Evet, başımız belada çünkü çok sıkıcıyız. Her geçen gün daha da sıkıcı oluyoruz. Hayır karamsar falan değilim. Yalnızca gerçekçi ve açık sözlüyüm. Görmüyor musunuz, bu gidişle kanaryalar gibi şakısak bile bizi dinlemeyecek, sardunyalar misâli çiçek açsak da dönüp bize bakmayacaklar. Karşımızda efsunlu zaman büyücüleri var. Parmaklarının ucuyla saniyeler içinde antik kentlerden egzotik ormanlara, modern metropollerden derin okyanuslara yolculuk yapabilenler, bize ne kadar tahammül edebilir? Avucumuzda aşınmış ve kararmış öksüz tespih taneleri gibi kelimeler bulunuyor. Yalnızca kelimeler... Ağzımızdan çıkan seslerle, kâğıtlara döktüğümüz mürekkep lekeleriyle ne yapabiliriz?
Tamam, edebî bir üslûpla bu işi anlatamam. Durun bilimsel bir dille deneyeyim. Giderek çeşitlenen ve daha nitelikli hâle gelen dijital içerikler, tüketicilerine pek çok imkân sunar. Gerekli donanıma sahip bütün kullanıcılar; istedikleri zaman ve mekânda dijital içeriklere erişebilir, türüne göre içeriği hızlandırabilir, önemli gördükleri bölümleri geri sardırabilir, yaklaştırıp uzaklaştırabilir, önemsiz bulduklarını küçük bir hareketle ekrandan def edebilirken yorum yaparak duygu ve düşüncelerini içerik sahiplerine ve diğer kullanıcılara bildirebilir. Çoğu ‘editlenmiş’ bu dijital materyallerde zaman, hayatın olağan akışıyla uyumlu değildir. Kimse konuşurken tutukluk yapıp ‘ııııııı’ demez, bakışlarını boşluğa dikmez, sakalını kaşımaz. Görüntüler ve sesler birtakım efektlerle de zenginleştirildiği için bunların gerçeklikle arası açılmıştır. Üstelik zorunlu uzaktan eğitim döneminde pek çok yeni dijital içerik üreticisi bu evrene dâhil oldu. Sayıları ve nitelikleri öyle arttı ki seçim yapmakta zorlanıyoruz.
Hâl böyleyken simülatif bir evrendeki rafine yapımları tüketmeye alışmış dijital oburlar; zamanın kendi ritmine dayanamıyor, hayatın normal seyrinde akması karşısında geriliyor ve öfkeleniyorlar. Camı çerçeveyi indirecek gibiler. Artık itiraf etmesi çok güç değil, çocukların ve gençlerin çoğu, okulu ve biz öğretmenleri sıkıcı buluyor. Belki zaman zaman gerçekten sıkıcı oluyoruzdur. Zaman zaman mı? Tamam, çoğu zaman sıkcıyız diyelim. Fakat hiçbir çağda öğretmenler böyle haksız bir rekabete maruz kalmamıştır. Şu şartlar altında sıkıcı olmamak nasıl mümkün olabilir?
Ben sizi oyalamadan bildiğim en hızlı yanıtı vereyim: Onlara gerçek bir evrendeki canlı bir performansın lezzetini duyumsatırsak, onları sahih var oluş imkânlarından haberdar edersek belki bir ihtimal üzerimizdeki yaftadan kurtuluruz. Yine edebî söylem yazıyı ele geçirmeye çalışıyor. Bir dakika, kaygılanmayın, ben buna müsaade etmeyeceğim. Gerçek hayattan çarpıcı bir örnekle devam ediyorum.
Lütfen şu gözlemimi kabul edip etmeyeceğinize karar verin: Artık insanlar kakalarını yaparken bile sıkılmak istemiyor. Çok ciddiyetsiz bir tespit gibi duruyor fakat rica ediyorum yine de bir düşünün. Hatırlayacaksınız, pek çok önemli fikrin def’i hacet sırasında üretildiğine dâir efsaneler dolaşırdı bir zamanlar. Gerçeklik payını tam olarak kestiremeyeceğimiz ve sınamak için akademik araştırmalara konu etmemiz hâlinde karizmayı asla düzeltemeyeceğimiz bu efsane; büyük olasılıkla günün önemli bir bölümünü çalışarak geçiren, kalan vaktini de eş dost muhabbetiyle yahut TV başında dolduran, daracık mekanlarda ıkındığı saatler dışında kendiyle baş başa kalamayanlar için geçerlidir. Şimdi insanlar orada da kendilerinden kurtulmanın bir yolunu buldu.
Bakınız insan kendisiyle ne yapacağını pek iyi bilmeyen bir varlıktır. Özellikle bizim gibi sosyallik konusunda arşa çıkmış toplumlarda kimse yalnız kalmak istemez. Mesela evde bir başınayken kurduğu sofraya özenen pek azdır. Tencerede pişirir kapağında yer. Sofra kültürümüzün arkasında birbirimize düşkünlüğümüz vardır. Bireyci toplumlarda sofra kültürünün bu denli gelişkin olmayışını da buradan hareketle anlayabiliriz sanırım. Evet, bizim memlekette yalnızken yemeğin bile tadı kaçıyor. Konuyu biraz dağıtıyor gibiyim ama bir yerlerde toplayıp her şeyi birbirine bağlayacağıma söz veriyorum. Aceleniz varsa tutmayayım hemen aşağı inip son paragrafı okuyup gidebilirsiniz ama vaktiniz varsa oturun lütfen. Devam ediyorum.
Toplumca çok ama çok konuşuyoruz. Anlaşmak için değil tabii. Bizimki daha çok yabanî hayvanların birbirine sürtünerek, tatlı sert pençeler atarak, acıtmadan ısırarak kendi varlığından ötekileri haberdar etmesi gibi. Çünkü anlaşmak için olsa sadece konuşmayız. Bir o kadar dinleriz fakat dinlemek ciddi ve bilinçli bir çaba gerektirir. Benliğinizi geçici bir müddet askıyla alarak karşınızdaki için var olmayı denemelisiniz. Anlık ihtiyaçlarınızı ertelemeli, içinizden yanıtlar vermemeli, yargılamaktan kaçınmalı, önemsediğinizi belli eden bir beden dilini harekete geçirmelisiniz. Takdir edersiniz ki bunlar zor işler. O sebeple konuşmak revaçta dinlemek değil...
İşte anlamlı anlamsız bol bol konuşan insanlar olarak susmak zorunda kaldığımız anlarda krizlere giriyoruz. Bilirsiniz, tanımadığımız kişiler arasında geçirilen bazı acayip sessizlik anları vardır. Bir sohbete başlamak için kısa zamanlardır ama sessizlik de katlanılacak şey değildir. Asansörde, otobüste, uçak indikten sonra kapı açılana kadarki süreçte koridorda dipdibe dikilen insanları gözünüzün önüne getirin. Bu kısa zaman dilimleri kimileri için cehenneme dönüşür. Bir punduna getirip telefonu çıkarabilirlerse hiç de münasip olmadığı hâlde kurcalamaya başlarlar. Çıkaramayanlar da artık onun ekranını dikizleyecek. Kusura bakmayın yahu ben lafı uzatmadan duramıyorum. Eh, gökten düşmedik değil mi? Bu topraklarda yetiştik. Tamam, kendime hatırlatma: Bu yazı sınıf yönetimi hakkında! Şimdi bütün anlatacaklarımı bir paragrafta özetliyorum.
Efendim malumunuz bugünün çocukları ve gençleri, dijital dünyanın yerlileridir. Dijital dünyanın yasaları, fizik dünyasının yasalarıyla aynı değil... Dijital atomlar, dijital kütle çekimi, dijital tepkimeler vs. diyerek pek çok analojiye kapı aralayabilirim lakin dinleyen söyleyenden ârif gerek demişler. Siz beni anlayıverin. Bu çağda öğretmen artık bir bilgi kaynağı olmaktan çıkmıştır. Bilgiler oldukça kompakt biçimde ve nefis tasarımlarla elimizin altında duruyor. Bu sebeple dijital yerlileri konuşarak, bildiklerimizi naklederek heyecanladırmak neredeyse imkansızdır ama dinleyerek mümkündür. Üç bin yıllık ‘Gençlik bozuldu!’ teraneleri bir kenarda dursun -onlara tepeden bakmayı bırakıp onlarla göz hizasına gelerek- küçük bir beden kütlesine sahip olmanın, müthiş bir belirsizlikle kuşatılmış olmanın, karmaşık bir evreni tanımak zorunda olmanın yarattığı kaygıyı anlamaya gayret ederek sahici duygusal bağlar kurarsak işimiz kısmen kolaylaşır. Mümkün olduğu kadar her bir talebemizle özel bağlar kurmanın bir yolunu bulmalıyız. Dedesinin hastalığından, annesinin bahçesinden, babasının iş yerinden, yazın gittiği köyden, ahırdaki hayvanlarından, geçen sene ölen muhabbet kuşundan, en sevdiği futbolcudan, takip ettiği dizi oyuncusundan haberdar olduğumuz çocuklar ve gençlerle çok daha ahenkli bir atmosferde iletişim kurabiliriz. Öğretmeni tarafından gerçekten önemsendiğini hisseden bir öğrenci, bu değer duygusunu kaybetmek istemeyecektir. Onların hikâyesine dahil olmaktan bahsediyorum. Mâlum, benliğimizi ötekilerin aynasında kurarız. Kendimizi başkalarının aynasında görebiliriz ancak. Beğenilmek, takdir edilmek, onaylanmak, değerli hissetmek, görülmek, varlığımızı duyumsamak isteriz. Nerede? Ötekilerin gözünde. Öğretmen harikulade bir ayna olmaya namzettir. Unutmayın, bizler sınıfta üç boyutluyuz. Öğrencilerimize dijital aynalarda asla göremeyecekleri kadar kıymetli bir görüntü sunabilirsek ve dinleme terbiyesi edindikleri takdirde hayatlarının nasıl da derinleşeceğini sezdirebilirsek okula gelmek eskisi kadar sıkıcı olmayacaktır diye ümit ediyorum. Sınıfın ahengini, dinleme terbiyesinden yoksunluk bozar. Dinleme terbiyesiyse ancak iyi bir dinleyicinin sabrıyla bize kazandırabileceği bir beceridir.
Bana tahammül ettiğiniz için teşekkür ederim :)