ACEMİ GÖZLER

Erzurum...
Erzurum işte bu kadardı benim için. Atama kararnamemi öğrenmiş, 34 numaralı koltuğuma yerleşmiş, kafam cama yaslı, şeritleri takip eden gözlerimle bilinmez bir yolculuğa giderken bunları düşünüyordum. Sadece Erzurum’u değil elbette. Nereye gidiyordum? Neler yapacaktım? Üniversite sıralarında öğrendiklerimi bu çocuklara nasıl aktaracaktım? Nasıl bir öğretmen olacaktım? En sevdiğim öğretmenlerim kimlerdi? Niçin onları diğerlerinden daha çok sevmiştim? Beni sevecekler miydi öğrencilerim? Sevilmek, sayılmak için ne lazımdı? Bütün bu sorular zihnime doluyor, bazılarını yanıtlıyor bazılarını ise geçiştiriyordum. Çünkü bazı sorulara yaşanmadan cevap verilmiyor.

Erzurum’un Oltu ilçesine bağlı bir köy okuluna atanmışım. Yaşım yirmi dört. Henüz mezun olmuşum üniversiteden. Bilgilerim kendim gibi terütaze. Hepsi çağa uygun, bir an önce öğretilmeli ve öğrenilmeli! Biraz mağrurum. Kolay mı atanmak hemen öyle! Hem kim benden daha iyi öğretmenlik yapabilirdi ki? O zamanlar öğretmenliğin dört yılda öğrenilebilir bir meslek olduğuna inandığım, ne kadar sığ düşündüğümü fark edemediğim zamanlar. Oysa öğrenmem gereken ne çok şey varmış. Bunların ilki hiçbir zaman öğrenen konumundan azade olamayacağımmış. Bizler hep bir parça öğrenci kalmak zorundaymışız. Öğrenciler de veliler de başka öğretmenler de öğretirlermiş meğer bir öğretmene.

Şehir merkezindeyim. Yüzleri soğuktan kararmış, alınları derin çizgilerle dolu; ama sıcacık gülümsemeleriyle hemen buzları eriten insanların arasında. Tedirginlik var biraz. 

İlçe Milli Eğitim Müdürlüğünün yerini soruyorum yoldan geçen bir dadaşa. Öyle tarif filan etmiyor bana, alıyor götürüyor beni müdürlüğe. Yol boyunca birçok kez hoş geldiğimi, başlarının üstünde yerim olduğunu söylüyor. Ayrılırken numarasını çıkarıp veriyor, bir ihtiyacım olursa yardım edebileceğini tekrar hatırlatıyor. Yanımdan uzaklaşırken ona bakıp gülümsüyorum. Anadolu insanı işte bu! Değerleriyle, kültürüyle kanlı canlı yürüyor. Erzurum’da bir köşede yaşıyor ve insana dair güzel olan ne varsa yaşatıyor. Sonra Müdürlüğe çıkıyorum. İlçe Milli Eğitim Müdürümüz babacan bir adam. Bana çok ihtiyacı olduğunu söylüyor. Göğsüm patlıyor gururdan. Genç öğretmen! Kazandıracağım hareketlilikler! Benden beklenen büyük işler!..

Müdürlükten ayrılıyor, bir taksi bulup heyecanla okulumun yolunu tutuyorum. Okulumu görmeden uyuyamam diyorum kendi kendime. Okulum şehir merkezinden yirmi kilometre uzakta bir köy okulu. Altmış beş öğrencisi var. Tek katlı, sarıya ve beyaza boyanmış. Bahçesi geniş. Ancak çatısı tadilattan geçmeli. Bayrak direği muhakkak boyanmalı. Soğukta çabuk yıpranan ve solan bayrağımız hemen değiştirilmeli. Taksiciye motoru kapatmamasını, beni beklemesini söylüyorum. Öğretmen olarak bir okulun bahçesine ilk kez adımımı atıyorum. İçimden çocuklara faydalı olabilmeyi nasip etmesi için Allah (C.c)’a dua ediyor, bana bu peygamber mesleğini icra etme fırsatını sunduğu için şükrediyorum. Yaşı yaşıma denk bir genç çıkıyor okulun kapısına. Adı Ömer. Selamlaşıp tanışmanın ardından okulda kimsenin olmadığını söylüyor. Saatime bakıyorum, heyecandan fark etmemişim saatin beş buçuk olduğunu. Okulla ilgili bazı bilgileri Ömer’den öğreniyorum. Taksiye atlayıp öğretmenevinde ayırttığım odama yerleşiyorum. “Bu gece uyumak çok zor!” diye geçiriyorum aklımdan. 

Ama her zorluğu öğreniyor insan, o gece sanki uyumayı da öğrendim biraz. Çünkü bir öğretmen sabah zımba gibi kalkmalıydı. Uykusuna, kahvaltısına, tıraşına, kıyafetine her şeyine dikkat etmeliydi. Bir kısmını öğrenecektim, bir kısmını öğrenmekte ayak direyecektim. Ancak uyku öğrendiklerim arasındaydı.

Nihayet sınıfımdayım. Yoklamayı alıyorum. Sınıfımda on bir öğrencim var. Yedisi oğlan, dördü kız. Ancak biri gelmemiş. Bir mim koyuyorum hafızama, beş dakika daha gelmezse yok yazılacak. Öğretmenliğin yarısı kurallardır, diyorum. Ardından kısaca kendimi tanıtıyorum. Onlar da kendilerini tanıtıyorlar. Hepsinin şikâyetçi olmadıkları bir lakabı var. Lakaplarını da söylüyorlar: Oyalı Osman, Göcenlerin Elif, Hacıselim’in Oğlu Murat, Uymaz Vehbi… Elden geçirilerek ayakta durdukları çok belli olan sıralarında, üşümemek için sarındıkları montları, hırkaları ve sürekli çektikleri burunları ile bana bakıyorlar. Ömrümde bana kimsenin böyle bakmadığını fark ediyorum. İçim ürperiyor. Çocukların gözlerinde hem umudu hem hüznü bir arada görüyorum. Umutlular çünkü artık yeni bir öğretmenleri var. Hüzünlüler çünkü geleceğe güven duymuyorlar. Gelenin mutlaka gittiği bir okul burası. Geliş gidişin bir arada hatırlandığı bir okul.

İlk dersin ardından soluğu öğretmenler odasında alıyorum. Okulda beş öğretmeniz. Mehmet Kemal Bey, müdürlüğe vekâlet ediyor. Emekli olduğunda yapacaklarını anlatıp duran sevimli bir adam. Serpil Hoca, benim gibi genç. İki yıldır öğretmenlik yapıyor, idealist biri. Pervin Hoca, annelikle öğretmenliği bir potada eritmiş, eskilerin deyişiyle tam bir “Hocanım!”. Sınıfında üzerine geçireceği sağlam bir şeyi olmayan çocuklarına hastalanmasınlar diye hırka örüyor. Ali Ömer Hoca ise tam bir münzevi, henüz adamakıllı sesini işitmiyorum. Teneffüslerde mümkün olduğunca muntazam bir düzeni olan sınıfında vakit geçirmeyi tercih ediyor. Öğrencilerini de zamanla kendine benzetmiş, diye düşünüyorum. Hepsi suskun, sakin çocuklar. Bu gözlemleri yaparken “Ya ben? Ben nasıl bir öğretmen olacağım?” diye kendime sorup duruyorum.

Öğleden önce derslerin içerikleri ve yapacaklarım hakkında çocuklarıma bilgiler veriyorum. Onların da fikirlerini alıyorum. Daha önceki sınıf öğretmenleri ile yaptıkları uygulamalardan, oynanan oyunlardan bahsediyorlar. Söylenenlerin hepsini can kulağı ile dinliyor, not alıyorum. Öğretmen biraz da örnek olmalı diyorum. Dinlediğini not almalı. İnsanın her hareketinin olumlu bir örnek teşkil etmekle mükellef olduğu ve bir kadere bu  denli tesir edebileceği başka bir mesleğin olmadığını düşünüyorum.

Nihayet öğle arası oluyor. Boğazımı sıkan kravatımı birazcık gevşetiyorum. Okulda her işe koşturan Ömer’in demlediği çayı yudumlayıp bahçede bir köşeye çekiliyorum. Çocukların çoğu evinde yemek yiyor. Öğle arası okul bomboş. Bunun kafa dinlemek için çok güzel olduğunu düşünüyorum. Sonra kendi kendime gülüyor ve uyarıyorum: Daha ilk günden bu seslerden kaçıyorsan, vay haline! “Sabrın sonu selametse başı öğretmenliktir. Öğretmen selamete varmak istiyorsa sabrı öğrenmeli en başta!” diyen fakültedeki hocam Mustafa Kılın’ın sesini duyar gibi oluyor, kendime geliyorum. Sonra öğretmenliğin biraz da hatırlanacak bilge sözler olduğuna karar veriyorum. Benim de öğrencilerim, bir gün yanlış bir düşünceye kapıldıklarında sesimi, düşüncelerimi, öğütlerimi hatırlasınlar ve doğru olan neyse onu yapsınlar istiyorum.

Öğleden sonra sınıfımda bir değişiklik gözüme çarpıyor. Daha doğrusu bir eksiklik… Kılıbozların Emine’si yerinde yok. Onun yerine bir oğlan gelmiş, çipil çipil gözleriyle bana bakıp duruyor. Sanırım ilk ders yoklamasında olmayan Yusuf bu. Kendisini tanıtmasını rica ediyorum. Yusuf, diyor. Kılıbozların Yusuf. Dikkat etmemişim yoklamada Yusuf ile Emine’nin akraba olduklarına. Hoş geldin diyorum. Yusuf’a soruyorum, Emine senin neyin oluyor? Kardeşi olduğunu öğreniyorum. Emine’nin öğleden sonra neden gelmediğini sorunca “Hocam, o çok hastalanmıştır. Sabah üşütmüştür.” diyor. Kendisinin de öğleden önce hasta olduğunu iyileşince geldiğini de ekliyor. Diğer çocukların gülüşmelerine bir anlam veremesem de söyledikleri akla mantıklı geliyor. Herkesin yemesine, içmesine, giyimine, kuşamına dikkat etmesinin önemli olduğunu vurguluyor, derslere devam etmezlerse zorlanacaklarını hatırlatıyorum.

Ertesi gün öğretmenevinin önünden servise atlayıp okulun yolunu tutuyoruz. Münzevi Ali Ömer Hoca, -sanırım ben de lakap takmaya başladım.- köyde kalan tek öğretmenimiz. Doğrusu, bu cesaretini ve köyü böyle benimsemiş olmasını takdir ediyorum. Ancak ben yapabilir miyim? Bilemiyorum. Bunu zaman gösterecek. Çocuklarla toplu halde selamlaşıyoruz. Müdür birkaç uyarıda bulunuyor. Çocukların teneffüslerde dışarı çıkan topu almak için arka bahçe duvarından atlamamalarını, nöbetçi öğretmenden müsaade almalarını, derslere geç kalmamalarını söylüyor; 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı için yapılacak çalışmalarda hevesli olmalarının, yarışmalara katılım göstermelerinin kendileri için önemli olduğunu da ekliyor.

Dersin başında yoklamayı alıyorum. Bu kez Yusuf var, Emine’si yok. Yusuf’un hastalığını atlattığını, Emine’nin ise henüz iyileşmediğini düşünüyorum. Günün ilk bölümü bir öncekiyle aynı geçiyor. Sadece hava biraz daha soğuk. Neticede Ekim geldi. Turgut Uyar’ın dizeleri düşüyor aklıma mırıldanıveriyorum: “Eylül falan toparlandı gitti işte / Ekim falan da gider bu gidişle / Tarihe gömülen koca koca atlar / Tarihe gömülür o kadar.” Bir öğretmen olarak öğrencilerinin tarihine gömülmek, gönüllere gömülmek mümkün müdür acaba? Bütün bunlar “o kadar” basit midir?

Öğleden sonra ders başlıyor. Bu sefer de Emine var, Yusuf’u yok. Tuhaflığı fark ettiğimi gören öğrencilerim kıkır kıkır gülüyorlar. Emine’ye geçmiş olsun diyorum. Yusuf’u soruyorum. Bana Yusuf’un yeniden hastalandığını, kendisinin de iyileştiğini söyleyince biraz gülümseyerek bu işi çözmek gerektiğini düşünüyorum. Öyle olsun bakalım diyor, derse devam ediyorum. Bir gözüm hep Emine’de. Bunlar ne iş çeviriyorlar, meraktan ölüyorum.

Son ders zili çalıyor, bizleri almaya gelen servis şoförüne gelemeyeceğimi köyde bir işim olduğunu, taksi ile döneceğimi söylüyorum. Münzevi hocamızın yanına gidiyorum. Sınıfımdaki Emine’nin ve Yusuf’un bir var olup bir yok olduklarını söylüyorum. Evlerinin yerini öğrenmek istiyorum. Adresi vermeden önce zihnimdeki merakı daha da artıracak bir şeyler söylüyor. “Gençsin, gözlerin bizlerinkinden güzel bakıyorlar. Ancak görmesini bilmiyorlar henüz. Görmesini bilseydin Yusuf’ta Emine’nin, Emine’de Yusuf’un ayak izlerini fark ederdin.” Ne demek istediğini sormaya çekiniyorum. Hemen verdiği adresi bulmaya çalışıyorum. Muhtarın köy meydanındaki marketinden yukarı çıkılacak, köy camisi görülene kadar yürünecek, camiyi görünce sağa dönülecek ve kerpiçten yapılmış, sıralı duran üç evden ikincisinin kapısı çalınacak.

Çamur kaplı yollarda bata çıka yürüyerek nihayet istediğim eve varıyorum. Ev dediğim iki göz pencereli, kerpiçleri yağmurdan ve kardan aşınmış, çatısız bir dört duvar. Kapıda iki yetişkin, bir de çocuk ayakkabısı olduğunu fark ediyorum. Ayakkabılardan yorum çıkartıyorum kendimce: Ya Emine eve gelmemiş, ya Yusuf. Bakalım hasta olan evde mi!? Kavak ağacından yapılma, elde çakıldığı çok belli olan kapıyı anneleri Zevcen Hanım açıyor. Kendimi tanıtıyorum. O da kapının bir köşesinden çekinerek selamımı alıyor. Hemen peşinden “Beyim uyumaktadır.” diyor. Kendisi de bir ara okula gelesiymiş. Ancak tarlada işin çok olmasından dolayı vakit bulamıyormuş. Beni kapıda tutmaya çabalamasını anlıyorum ve içeri girmeye yeltenmiyorum. Yusuf’un ve Emine’nin durumlarını konuşmak için geldiğimi söylüyorum. Tam bu sırada Yusuf ve Emine’nin gayet sağlıklı bir şekilde annelerinin yanına geldiklerini görüyorum. Neden biri dersteyken öbürünün evde olduğunu sormadan önce onları gördüğüm için Allah’a binlerce kez şükrediyorum. Yusuf ve Emine’nin derslerdeki başarıları ile ilgili yuvarlama birkaç kelam ettikten sonra hemen oradan ayrılıyorum. Başımdan aşağı kaynar sular dökülüyor. Bir öğretmen olarak görmeyi bilmenin ne demek olduğunu anlıyorum. Yusuf’u ve Emine’yi tek bir ayakkabıya mahkûm eden fakirliğe öfkelenmeden önce tek vazifesi bakmak olan gözlerimin acemiliğine sitem ediyor, öğretmenliğin biraz da görmeyi öğrenmek olduğunu söylüyorum.

Taksi geldi. Fakat beni değil bir “öğretmeni” götürüyordu şimdi.


Etiketler:   

YORUMLAR

Ben robot değilim seçeneğini işaretleyin.

  • Henüz yorum yazılmadı