SUSSAN OLMUYOR, SUSMASAN OLMAZ

  Efendim, bizler belki de rahatlığın getirisiyle haddimizi aşarak fazlasıyla şikâyet eder olduk. Yemek çok ısınsa şikâyet, az ısınsa şikâyet, havalar çok ısınsa şikâyet, çok soğusa şikâyet, çayımız az açık olsa şikâyet, biraz demli olsa yine şikâyet. Şikâyetim Var Hâkim Bey! Şikâyetim Var…

Popüler kültürün reklamlar aracılığıyla zihnimize nakşetmeye çalıştığı tüketim alışkanlığı tıkır tıkır işler vaziyette. Kullan, at ve yenisini al çılgınlığı. Elde etmek, sahip olmak, şu telaşenin içinde daha fazla şeye daha kısa zamanda daha hızlı sahip olmak gayesiyle yaşıyoruz. Arzu ve isteklerimizi de ihtiyaç ve gereksinim olarak gösteriyorlar bizlere, biz de durmadan ve usanmadan istiyoruz.

Hayatımızdaki olaylar istediğimiz gibi gitsin istiyor, gitmeyince ise hemen şikâyete başvurup yakınıyoruz. Başımıza gelenleri bile kontrol etmek ister hale geldik. Kurban psikolojisi ile, her kötü şeyin bizim başımıza geldiğini düşünerek, keşkeler diyarında yol alıyoruz. Etrafta bir yerde mızmızlanacak bir şey bulmak için hiç zorlanmıyor ve bunlar için sıklıkla yakınarak kendimizi memnuniyetsiz insanlar haline getiriyoruz. Çevremizdeki insanları da adeta şikâyet kutumuz yapıyor, attıkça atıyoruz içlerine şikâyetlerimizi. Fikirsiz ve şükürsüz iz sürmeye çalışıyoruz. Şükrü az olanın ise keşkeleri çok olur. “Şikâyet ettiğiniz yaşam, belki de bir başkasının hayalidir.” diyerek sahip olduklarımızın kıymetini bilmemize kapı aralar Tolstoy. Bizimse; önümüz, arkamız, sağımız, solumuz şikâyet ile sobe! 

  • Görünüşümüzden şikâyet, kilomuzdan şikâyet, vücut ölçülerimizden şikâyet.
  • Sahip olduklarımızdan şikâyet, sahip olamadıklarımızdan şikâyet.
  • Terk edemediğimiz alışkanlıklarımızdan şikâyet, alışkanlık haline getiremediklerimizden şikâyet. 
  • Kalabalıktan sıkılır, yanımızda kimseyi istemeyiz, sonra da durup yalnızlıktan şikâyet. 
  • Siyasetten tutun eğitime, işimizden tutun akrabalarımıza, çocuklarımızdan tutun eşimize kadar şikâyet. Öğretmen öğrenciden şikâyet ederken, öğrenci de öğretmenden.
  • Şikâyet edecek bir şey bulamazsak bu sefer kendimizden şikâyet. Geçmişimizden, geleceğimizden şikâyet. 
  • Bulunduğumuz andan şikâyet, zamandan şikâyet, ölüye şikâyet, diriye şikâyet; ölüden şikâyet, diriden şikâyet. Şu an bunları sıralamak bile şikâyetten şikâyet.


Velhâsıl ne yapıp edip şikâyet edecek bir mevzu bulur, sonra da atarız heybemize. Bilahare bu zait şikayetler, dert kisvesi altında dilde temerküz ederler.

Katiyen razı olmuyoruz. Başımıza gelene eyvallah diyemez hale geldik. Razı olamamak ise derdin nereden ve kimden geldiğini bilmemekten kaynaklanıyor. Şikâyet ettiğimiz imtihanlar Allah’tan geliyor fakat kul olma yolunda küle dönmeyi unutan bizler Allah’ı kullara şikâyet eder olduk. Hâşâ… 

Eşeğe, isteyip istemediği sorulmadan, zorla yükü yüklerler fakat insanoğlu unutmuş olsa da kabul etmiştir bu yükün altına girmeyi. Bu telakki bizleri muvaceheye sürüklese bile, eşref-i mahlûk olarak bu ahdi ıslarla derpiş etmeyi unutmamak gerek…
(…)
Bir ârif kişi doktora gider. Doktor sorar: “Şikâyetiniz nedir?” Ârif kişi cevap verir: “Şikâyetimiz yoktur, derdimiz vardır…” 

‘‘Aşk olsun böyle derdi olana, aşk olsun derdi bu olana!..’’

Gelin, bu vetireye maşa olacak bir şampiyonun başından geçenlere bakalım: 1975 yılında Wimbledon tenis turnuvasını kazanan Afrika kökenli Amerikalı tenisçi Arthur Ashe kan nakli sırasında kaptığı AİDS yüzünden hastaneye düşer. Hayranları kendisine birçok mektup yazarlar var olan üzüntülerini dile getirirler. Bir hayranı “Neden sen?” diye başlar mektubuna. “Dünyada 5 milyar insan varken, Tanrı onca insan arasından böylesine kötü bir hastalık için neden seni seçti?” diye devam eder. Ölüm döşeğindeki şampiyon Arthur Ashe hayranına şu şekilde cevap verir;

- Tüm dünyada 50 milyon çocuk tenis oynamaya başlar,
5 milyonu tenis oynamayı öğrenir,
500 bini profesyonel tenisçi olur,
50 bini yarışmalara girer,
5 bini büyük turnuvalara erişir,
50'si Wimbledon'a kadar gelir,
4'ü yarı finale,
2'si finale kalır ve 1’i kazanır. 

Ben Wimbledon’u kazandığımda, şampiyonluk kupasını kaldırdığımda Tanrı’ya “Neden ben?” diye sormadım. Şimdi hastane köşesinde sancı çekerken Tanrı’ya “Neden ben?” mi demeliyim? 

1993 yılında 50 yaşında hayata veda şampiyonun hikayesi: şekvadan uzak, tam bir teslimiyet ve şükür abidesidir. Hayat hikâyemizden şikâyet eden bizler için ibretlik bir hadisedir. Hissesi istenmesi gerek bir kıssadır.

Şiir gibi bir ömür yaşayan Ayşe Şasa’nın, "Delilik Ülkesinden Notlar" adlı eserinde bahsettiği üzere, insanın asıl gayesi; "Kıyamet gününde, Yaratıcı'ya anlamlı ve onurlu bir hikâye anlatabilmektir." Temelleri; Sabır, şükür ve dua üzerine olan hikâyemizde şükre giden yoldaki en kıymetli vasıta sabırdır. Nazan Bekiroğlu’nun ‘‘Yerli Yersiz Cümleler’’ adlı kitabında; ‘‘Sabır, suyun eski mazisini harfleri arasında saklar’’ şeklinde bahseder. ‘‘Âb’’ Farsça olarak ‘‘Su’’ demektir. S-ÂB-IR, o ki Sabır'dan suyu çıkardığımızda geriye kalan yalnızca SIR'dır. İttihaz üzere: sır dediysek gizli olduğundan değil, henüz bilinmediğinden sırdır… Bilmem bilir misiniz?
(…)

Bilmem ki azizim…
Şarktan garba kadar yaşlı yüreklerde amansız bir cevr ü cefâ,
Yusuf'un mirası olan kuyuda, sabırsız bekleyenler rezil rüsva.
***
Bilmem ki azizim…
Unutur mu insan, ölümün ensesinde soluduğunu?
Heyhat! Şevkadan medet umar olmuş âdemoğlu. 
***
Bil ki azizim…
Zindanda sabredilen yolun, hükümdarlıktır sonu.
Bilmem ki azizim…
Sabır da mı yorulur? Nasıl bir pazardır yaşam? Adım başı imtihan dolu.
***
Bil ki azizim: ben bilemedim. 
Bul ki azizim: ben bulamadım.
Ol ki azizim: ben olamadım…
***
(…)
Görünmez duvar ve parmaklıkların içinde yaşadığımız günümüzde şaşılır ki herkes her şeyi biliyor. Sarahatle biliyorum diyene ise, bildiği, perde oluyor. Perdeleri yırtmak gerek. Efendim, ben okudum diyor. ‘‘Okumaktan mana ne’’, demiş ya Yunus… 

Her şeyi bilmeye gerek yok haddini bil yeter denilir ya, illaki bir şeyler bileceksek hudutları içinde debelendiğimiz, edebî olarak: ebedi haddimiz olan ölümü, hiç unutmamak üzere bilmeliyiz. Yoksa vay halimize!

Bu hudutlar içinde; hayatımızda zuhur eden müncer hadiselerde; 

Zarfa değil mazrufa bakmak gerek. Manayı, özü bilenin s/öz/ünde aramak gerek. Bakışlarımızda, sûrete ile sîret arasındaki muvazeneyi sağlayıp, teraziyi de doğru yerde kurmak gerek. 

Dışarıya bakmak bizi öyle oyalıyor ki bazen içeriye bakmayı unutur vaziyete geliyoruz. Yegâne kalınacak yer, asıl hane içte iken, biz evleri dışarıya yapıp kendimizi o evin içine tıkmışız resmen. Binaenaleyh, izzeti nefsi: namütenahi bir nireng içine sürükleniyor. Herkes gibi olmaya çalışırken de adeta çarmıha geriyoruz kendimizi. Bize kalmayacak dünya için ne çok yorulduk. Yaşlandık mı dersiniz? Hiç farkına varmadan. Yaşadık, yaş aldık ve yaşlandık.

Yaşamak bizi öylesine meşgul ediyor ki; yolda olduğumuzu da, yolcu olduğumuzu da, yolu da unutuyoruz. Yolda olan ipe tutunur, sapmaz. Gerçi şimdilerde ipini koparana özgür diyorlar, oysa bizim oralarda ipsiz derler. Öyle bir yol ki bu, yolu kaybedene neyi kaybettiğini de unutturur. Ardındaki patikalarda sadece kuru bir vaveyla bırakır.

Bizlere şikâyet etmek değil şükrü ve hamdı eda etmek düşer. Bizlere hiçbir şey yapmadan kös kös oturmak veya sürekli söylenmek değil, ayağa kalkıp, harekete geçmek düşer.  küçük de olsa adım atmak ve atmaya devam etmek düşer. Yola çıkmak, yolda olmak ardından yol olmak düşer. Kimi zaman çok zor olsa da bizlere bolca gayret düşüyor efendim. 

‘‘Kader gayrete âşıktır’’, der Muhyiddin İbnü’l-Arabî. Biz çaba gösterelim yeter ki, çaba çareyi celbeder, çektiğimiz zahmet gün gelir rahmete dönüşür, kim bilir? Zira sefer bizden, zafer Allah (C.c)’tan. Hadi geç oluyor, vakit çoktan geldi. ‘‘Toparlanın, gitmiyoruz!..’’
 


Etiketler:   

YORUMLAR

Ben robot değilim seçeneğini işaretleyin.

  • Hayrullah Dilm@c   21.10.2021 15:00:57
    Kalemine yüreğine yazarlari harmanlayan ufkuna selam olsun ....
    Ben robot değilim seçeneğini işaretleyin.