TÜRKİYE’DE EĞİTİM NASIL OLMALIDIR?

Eğitim; bireyin yaşamı boyunca ihtiyacı olan tüm beceri, kabiliyet, değer, tutum ve davranışları bilinçli bir şekilde kazandırılmasını sağlama sürecine verdiğimiz kavramın adıdır. Bu başlığı kullanmamın nedeni 1954’e kadar Anadolu’da vücut bulan daha sonrasında ise özlemi duyulan bir eğitim yapısının çıkış noktasının ilk sorusu olmasıydı.

Pragmatizm felsefesini eğitime uyarlayarak bugünkü adıyla “Yapılandırmacılık” modelinin en önemli isimlerinden biri haline gelen John Dewey’i eğitim camiasından tanımayanımız yoktur elbette ki. 1924’te yani Cumhuriyetin 1. yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu M. Kemal Atatürk’ün davetiyle ülkemize gelmesi ve Atatürk tarafından görevlendirilerek rapor hazırlaması tarihi belgelerde yer almaktadır. Her ne kadar basit ve sıradan bir olay gibi görünse de aslında arka planındaki büyüklüğüne değinmeden geçemeyeceğim. Neden mi?   Bu sorunun cevabını sadece o asırda aramamak gerektiği kanaatindeyim. Eğer Türk tarihine bakarsanız Türk tarihini kabaca ikiye ayırabiliriz: Birincisi Türk devletlerinin doğuş ve gelişiminin gerçekleştiği Orta Asya tarihi. Diğeri ise büyük devletlerin kurulduğu, diğer halklarla beraber yönetildiği Anadolu tarihidir. Bu ayrım sadece devlet yönetimi ve siyaseti için geçerli değildir. 

Türk eğitim tarihi kitaplarına baktığımızda da Orta Asya tarihinin daha çok konargöçer yapıda olduğu ve töre ağırlıklı eğitimin hâkim olduğu görülür. Anadolu Türk tarihine geldiğimizde ise daha çok örgün, planlı ve biraz da kurumsal bir eğitim yapısının oluştuğu ve geliştiği gözlemlenir. Örnek verecek olursak Selçuklularda kudretli vezir Nizamülmülk’ün kurduğu Nizamiye medreseleri ve Osmanlılarda çoğu devşirmelerden oluşan Enderun ve Ocak sistemi. Bu sistemler öyle ki o devletlerin ilerlemiş yıllarında oluşturulmuş sistemler değildir aksine devletin ilk yıllarından itibaren planlanmış ve devlet yapısına uygun hale getirilmiştir. Belki de o büyük devletlerin bu planlı eğitim sistemleri ve modelleri sayesinde asırlarca dünyada söz sahibi olma niteliği taşımışlardır. Peki neden?

Orta Asya Türklerinden farklı olarak örgün eğitim ve öğretimi planladılar? Çünkü bir amaç söz konusu idi. Bir dava vardı. Ulaşılmak istenen bir zirve vardı, bunun için öyle gelişigüzel adımların ötesine geçmenin gerekliliğinin farkındaydılar. Sahip oldukları zamanın, mekânın ve toplumun ihtiyaçlarına cevap verebilecek sistemler inşa edip icra ettiler. 
Cumhuriyet dönemine baktığımızda Mustafa Kemal Atatürk’ün gerçekleştirdiği faaliyetlerle başlar maarif hareketi. Atatürk sadece sıradan bir komutan ve ülke yöneticisi değildi. Bir ulusun nasıl tekrar ayağa kalkabileceği konusunda öğrencilik yıllarından beri düşünüyor ve arkadaşlarıyla devamlı tartışıyordu. Bu konuyu en az cephedeki mücadele kadar önemsiyordu. Düşünün Birinci Dünya Savaşı’nı bitirmişsiniz ama yetmemiş, düşmanlarınız size reva gördükleri Anadolu’da bile sizi barındırmak istemiyorlar. Kurtuluş mücadelesi veriyorsunuz ata yadigarı toprak için. Bu savaşların zirve yaptığı 1921 senesinde Mustafa Kemal Paşa Ankara’da ilk eğitim kongresini gerçekleştiriyor. Ve çağırdıkları eğitimciler ile ülkenin eğitimini tartışıp kararlar alıyorlar. 

Savaş bitiyor Cumhuriyet kuruluyor bir yıl geçmeden ABD’li eğitim filozofu Jonh Dewey’i Anadolu’ya davet ediyor. Dewey iki yıl geziyor inceliyor toplumun yapısını gözlemliyor. Teşhisini koyuyor reçetesini yazıyor. Belki o yıllarda bu reçete bir anda hayata geçirilemiyor. Fakat 15 yıl boyunca kanunlar ve inkılaplar ile temelleri atılıyor. Tevhidi Tedrisat kanunları, millet mektepleri, harf değişikliği gibi bir sürü yasa ve inkılap bu sürecin bir nevi işareti aslında. 

Milli şef İsmet İnönü zamanı dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, dönemin ilköğretim genel müdürü ve Köy Enstitülerinin mimarı İsmail Hakkı Tonguç, pedagoji uzmanı Halil Fikret Kanad ile ilk icraatlar başlıyor.1924’te Dewey’in  özellikle kırsal bölgelerdeki okulların toplumun yaşam merkezi haline getirilmesi gerekliliğini vurguladığı raporunda ve eğitim yaşama hazırlık değil yaşamın ta kendisi olmalıdır felsefesi merkezinde iş ve eğitim eksenli yapısıyla Türkiye’nin 7 farklı coğrafi bölgesinde 21 farklı köy enstitüsü okulları açılıyor. Bu 21 köy enstitüsü rastgele şurada açalım anlayışıyla açılmamış tarım işlerine elverişli geniş arazisi bulunan köylerde veya onların hemen yakınlarında kurulmuştur. 

Her ne kadar büyük şehirlere veya şehir merkezlerine uzak görünse de genellikle trenlerin geçiş güzergahlarında açılmaları kolay ulaşımın da hesaba katıldığının göstergesidir. 1940-1946 yılları arasında köy enstitülerinde on binlerce dönüm tarla ve bahçe tarıma elverişli hale getirilmiş ve aynı dönemde 750.000 yeni fidan dikilmişti. Ayrıca onlarca bina, depo, öğretmenevi, balıkhane, ambar gibi büyüklü küçüklü yapılar da yine bu dönemde ve bu enstitülerce yapılıyor ve geliştiriliyordu. Bunlar aslında sadece teorik eğitimin değil, uygulamalı eğitimin altı yıl gibi kısa sürede neleri başarabileceğini gösteren güçlü kanıtlardan sadece birkaçı. Konserler, tiyatrolar, çalgı kursları, resim ve heykel atölyeleri. Fakir Baykurt, Ümit Kaftancıoğlu gibi onlarca yazar ve düşünürlerin bu sistemde yetişmesi ve daha niceleri bu uygulamalı eğitimin göstergeleri. 

Peki neden bitti böyle bir eğitim sistemi, ne oldu?

Bu sorunun bazı kaynaklarda anlatıldığı gibi tek bir nedeni yok. Ama şunlar sıralanabilir kabaca.

1)1946 yılında İsmet İnönü’nün enstitülerde izm’li hareketlerin ve eğitimlerin verildiği bilgilerinin yoğunlaşması ve baskılardan kadronun yıpranmasını istemediği için Bakan Hasan Ali Yücel ve Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç’u görevden alması

2)Sovyetler Birliği'nin İkinci Dünya Savaşı'nın ardından Türkiye'den Kars, Artvin, Ardahan'ı istemesi ve Boğazlardaki askeri üsleri talep etmesi ve   ekonomik olarak etkilenen Türkiye’nin ABD’den yardım istemesi ve vaat edilen Truman Doktrini şartlarından birinin bu enstitülerin kapatılması olması

3- Yine o dönemlerde Köylü Topraklandırma yasası ile ülkedeki siyasi yapının enstitünün yapısını hedefe koyması ve ona karşı eleştirilerin artması.

4- Kendi yapısındaki güncellemeleri zamanında ve yeterince yapamaması. Topluma bunun doğru anlatılamaması

Enstitünün yapısı 1946’dan itibaren Köy öğretmen okullarına dönüşür. 1954 yılı ile tamamen kapatılır.

Bizler eğitimciyiz o dönem neler gerçekleşti ne ne kadar doğru ne kadar yanlıştır değerlendirmesini yapamayız elbette. Burada paylaştığımız bilgiler kitaplardan veya bu konu ilgili araştırmalardan aktarılmıştır. Peki bundan sonra neden işler istediğimiz gibi gitmedi? Neden tekrar bir eğitim reformu gerçekleştiremedik? Tekrar köy enstitülerini açsak işler rayına girer mi? Bunlar bir yazının veya bir kitabın içine sığmayacak kadar uzun ve detaylı cevaplar isteyen sorular.

Bahsedilen eğitim yapıları devletlerin ve toplumların ihtiyacı ve yapısı gözetilerek inşa edildi ve icrasına çalışıldı. Bir gayemiz ve amacımız vardı. Ama doğru ama eksik, bize özgüydüler. 21. yüzyılın Türk eğitim yapısını oluşturacaksak bunu ne geçmişin tekrarında ne Baltık denizinin soğuk sularında ne de okyanusların ötesinde aramalıyız. Bize özgü, bizim bedenimize uygun bir ayağı mazide, bir ayağı atiye uzanan; manevi değerleriyle ruhları besleyen, maddi üstünlükleriyle akılları ve bedeni geliştiren bir sistemin kurucuları olmalıyız. Ama evvelinde şu sorunun cevabını vermeliyiz: Türkiye’de eğitim nasıl olmalıdır?
 


Etiketler:   

YORUMLAR

Ben robot değilim seçeneğini işaretleyin.

  • Henüz yorum yazılmadı