Zihinlerimizin kivrimlarinda ufak bir yolculuga davet ediyorum sizi. Tiyatro ve benzeri mecralardaki gösterileri düsünelim önce, daima ayni sahneyi izlemek oyunu nasil da çekilmez kilardi degil mi? Iste bu durum hayat tiyatrosu için de geçerlidir. Kimi zaman ayni filmin tekrarinin izlenilmesi nasil onu sikici kiliyorsa, basrolünün kendimiz oldugu hayat tiyatrosunda da ayni rolleri oynayip, ayni pencereden bakmak bizlere ayni sahneyi defalarca izlemenin bikkinligini getirecektir. Rollerimizin çalinti, bakis açilarimizin bile baskasina ait oldugu zamanlar ise cabasi. Bahsedilen durum geçmisin kaybina dikkatleri çekmesin sakin, derdimiz “Dem”dir bizim.
Hayat denilen bu hikâye öylesine gariptir ki, senaryo boyunca herkes toprak sahibi olmak ister. Kimisi bu emeline dünyada kavusurken kimisi bundan muzdarip olmakla yetinir. Fakat isin gerçegi, hikâyenin sonunda herkesin ‘‘toprak’’ sahibi olmasidir.
3 bin yil yasasak da 3 gün yasasak da hâli hazirda sürdügümüz hayattan bir baskasini kaybetmeyiz ve kaybetmekte oldugumuz hayattan bir baskasini da yasayamayiz.
Kimisi sadece geçmiste takili kalip pismanlik içinde yasarken kimisi de sadece gelecege odaklanip endise ve kaygi duymaktadir, oysaki en uzun süre yasayan da en kisa süre yasayan da ayni seyi yitirir daima. Bu da “An”dir: simdiki zamandir. Kaybettigimiz sey asla geçmis veya gelecek olmadi. Insan sadece su andan mahrum kalabilir , çünkü sadece buna sahiptir ve hiç kimse sahip olmadigi bir seyi yitiremez.
Bu sebeple hayatin en kisasi da en uzunu da ayni kapiya çikar: “toprak”. Yasamiyla bir mektuptur insanoglu ve onun zarfi olan toprak; mührü olan ölüme gün sayiyor adeta. Mektubundaki satir aralarina güzel seyler yazilmasi, hakkiyla yasanan bir hayat portresi sunar önümüze.
***
Aldiginiz her nefesle iyice isleyin
Ilmek ilmek, dem dem; hayatin satir aralarina
Katiksiz tek aziginiz olan yazginizi…
***
Mazruf olan Biz’in adressiz olan mektubudur ölüm; yerini ve zamanini bilmedigimiz ama asla geç kalma lüksümüzün olmadigi yegane bulusma. Ilk ve son durak olan; bugün üstünde, yarin ise altinda yasayacak oldugumuz topraga dönecek olursak, hali hazirda topragin üstünde olmamiz hasebiyle gelin yolculugumuza topragin üzerinden devam edelim.
Yollar dösedik topragin üzerine, sözde ulasimi kolaylastirmakken amacimiz kim bilir toprakla/ölümle aramiza mesafe koymak istedik belki de. Ve hizlandik, öyle hizlandik ki hayat yolculugunda etrafimiza bakmayi unutur hale geldik. Araba sesleri, amma da akilli olan telefonlarimiza gelen, durmak bilmeyen bildirimler, daima yogun trafik, egzoz ve fabrika dumanlari, müzik sesleri ve zaman saatimizi kemiren akrep ve yelkovan… Hepsi bize acele etmemizi fisildiyordu sanki bir seyler için. Bizde kaptirdik kendimizi bu döngüye. Yükselen sehrin binalari içimizde amansiz çigliklariyla yardim isteyen o çocuksu sesimizi susturdu bizim.
O kadar hizli çevirmeye basladik ki pedallari, öyle hizli gitmeye basladik ki artik, etrafimizdaki güzellikleri göremez olduk. Yolun kenarindaki bitkiler ve çiçekler, filizlenen tohumlar, kuslarin civiltisi, günesin dogusu ve batisi, dört mevsimin aheste deverani ve dahasini göremez olduk. Alistik belki de, siradan ve devamli olan güzel gelmiyordu artik gözümüze. Unuttuk ufacik detaylarda yakaladigimiz mutlulugu.
Ve unutkanligimiz bakin hangi zamana denk geldi; dogum ve ölüm arasi. Her besikteki ‘nereden’ her kefendeki ise ‘nereye’ diye sorarken biz o arada kalakaldik. Insaniz sonuçta degil mi? Gelin su insana bakalim bir de. Insan kelimesi Nisyan ve üns kelimelerinden türemistir, nisyan: unutma, ünsiyet: alisma ve yakin olma anlamlarini tasir. Ne de güzel ifa ettik degil mi görevimizi? Hem alistik, hem unuttuk…
Biliriz ki yolculuklarda (bilhassa hayat yolculugunda) pencereler ve bakis açilari çok kiymetlidir. Yunus’un da dedigi gibi “Dünya bir penceredir. Her gelen bakti geçti.”
Nereden, neyle, nereye ve nasil baktigimiz bakani da, bakilani da degistirebilir kimi zaman. Bakislar ise taniyan ve bilen için ikinci kimliklerimizdir, tipki parmak izlerimiz gibi. Göz ile güzel arasindaki iliskide eskilerin sözü gelir aklimiza. Eskiler gozel derlermis. Göz-el yani. Göze el veren, göze hos gözüken gibi. Bakislarin dünyasinda güzellik gözle baslar. Güzeli önce ’göz’ görür. Bu yüzden siirler genelde gözleri betimler… Göz gönlün aynasidir bir de… Ayine olur gönlümüze göz ve bakislarimiz.
Pencereye bakan pencereyi görürken pencereden bakan disardaki güzellikleri görecektir. Demek ki görmek için bakmak yeterli degilmis. Zübde-i âlem (kainatin özü) olusumuzdan habersiz olmamiz nedeniyle hep baskasinin penceresini güzel gösterdi bize. Dogru bakan hep baskalari gibi yasadik. Onlarin penceresinden bakmak istedik hem de onlarin gözlügüyle: onlarin baktigi yere. Bakmasina bakiyorduk ama nedense onlarin gördüklerini göremiyorduk. Kimi zaman çok uzaklara odaklaniyor kimi zaman ise eksik olan yapboz parçalarini sadece gözümüzün önünde ariyorduk, hem de baskasinin penceresi ve gözlügüyle. Kimimiz miyoptu hep yakininda ariyordu çünkü bir tek orayi görebiliyordu, kimimiz hipermetrop gibi yakini göremiyordu. Önyargilarla dolu olanlar ise astigmat gibi bulanik görüyordu baktigi her seyi. Daha yakinindaki güzellikleri görmeden uzaklarda bir kesif pesindeydi, göremeyenlere nazaran ‘büyük vurgun’ niyetiyle… Postmodern çagin içinde bakan körler çarsisinda sikistik kaldik. Bakiyoruz fakat katiyen görmüyoruz. Aciya, sefalete, masuma bakiyoruz ama aciyi, sefaleti masumu görmüyoruz. Bakiyoruz, biliyoruz, ama görmüyoruz.
Bahanemizse hep hazirdi: denedigimiz gözlüklerin numarasi bizlere uymuyor, baktigimiz pencereler bugulu, veya bakilan dagin eteginden sis kalkmiyordu ne hikmetse. ‘Ama’ ile baslayan tüm cümlelerin ardina saklandik hep. Ihtiyacimiz olan bizde hali hazirda vardi oysa. Tek yapmamiz gereken bakmak degil görmeye niyet etmekti. Uzaklarda degil en yakinimizda ‘kendimizde’ ve ‘bizde’ aramakti her seyi. Oysa biz bir çift göze ragmen körlügünü saklamaya çalisan kayip sehrin görünmez ve göremez olan insanlari olan biz, baskalarinin pencere ve gözlüklerinin ardinda siraya geçtik resmen. Hep komsunun bahçesi mi daha güzeldir? Hep hisimimizin arazisi mi daha hostur? Hep baskasinin tuvali miydi güzel gözüken? Hep mi iz birakir bizim firçamiz?
Bir de anlamadan mahvettigimiz çocuklarimizin tuvalleri, resimlerine, çizgilerine karistigimiz yetmezmis gibi birde bakis açilarini biz olusturmaya çalistik. “Falanca”lara uygun bakmasini istedik hep. Falanca filozof, falanca fizikçi, falanca bilim adami gibi olsun derken onlarin penceresiyle onlarin gözlükleriyle bakmaya zorladik onlari. Kas yapalim derken göz çikardik adeta.
Bakislarini, duyuslarini, sezislerini hep falancalara göre ögrenmeliydiler, bize dogrusu bu geldi nedense. Tekrar ve tekrar yorgun olarak kendimize dönen gözlerimizin ardindan bir çift yorgun ve umutsuz göz geldi meydana. Bakmak ve görmekten beri, ama zaruri olarak bilmeye muhtaç.
Kanatlarini kestik onlarin anlamadan, en kalabalik ve asla tatmin olmayacak jüri olan ‘el âlem’in sahnesine çikardik onlari, kanatsizca. Biraksaydik düse kalka özgürce uçmayi ögrenselerdi keske.
Ve tüm bunlarin ardindan omuzlarimiza karabasan gibi çöken acimasiz mutsuzluk ile kalakaldik. Sahi daha ne kadar sürecek bu durum? Ne zaman kendimize gelecegiz? Evet kendimizde degiliz, önce bir silkinip kendimize gelmemiz gerek. Kendimizi bulabilmemiz için önce kendimizi kaybettigimizi anlamamiz gerekir. Ardindan sefer baslar, kendinden kendine olanindan. Ama derdi ve davasi ufuklarin çok ötesine uzanan bizler için kendimize gelmek yetmez, kendimizden de geçmeliyiz; kendine getirmek için garip gönülleri. Kendini bilmeli, kendine gelmeli, kendinden geçmelidir insanoglu. Kendimizi tanimak yetmez, kendimizi asmaliyiz. Kendimizi asarak baska dünyalar tasmaliyiz.
Aksi mi ? Daima ‘‘HÜSRAN’’
Atilmasi gereken ufak da olsa bir adima ihtiyacimiz var simdi. Teklifsiz yapilan her tenkit, teshis ile degil tahriple sonuçlanir cihetinden gelin son yolculugumuzda demirimizi teklif sularina atalim.
Daima mutlu olmanin iksirini sunamam sizlere fakat yolculugumuzun sonu için baktigim kendi penceremden görünen naçizane hayat tuvalimin tasvirini önerebilirim. Mutluluga açilan kapida ilk ihtiyacimiz olan sey mutsuzluktur, bu dönemler de herkesin kavanozunda bol bol var sanirim bundan… Nasil ki soguk olmadan sicagin, aci olmadan tatlinin, nefret olmadan sevginin kiymeti bilinmiyorsa, mutsuzluk olmadan da mutlulugun kiymeti bilinemez.
Son yolculugumuzda sekilden sekile soktugumuz “Hayat”i bize ait olan bir resim tahtasi veya duvarina benzetecegiz. Üzerinde olan bembeyaz sayfada ise mutsuzluk siyahi, mutluluk ise beyazi temsil etsin.
Önünüzdeki beyaz sayfayi hayal edin beyaz sayfanin üzerine beyaz kalemle bir sey yazdiginizda onu nasil okuyabilirsiniz ki? Fakat mutlulugumuzun belirginlesmesi için arka plan için siyah fona ihtiyacimiz var. Yani siyah mutsuzlugumuzun üzerine çizilecek tek bir beyaz çizik bile parlayacak ve bir tutam da olsa mutlulugumuza dikkat çekecektir.
Bu durumda mutsuzluk gereksiz ve atilmasi gereken duygu karmasasi degil resmimizi ortaya çikaracak tecrübenin getirisi olacaktir. Tüm hata ve kusurlarimiz kendimizden kendimize olan bu hayat yolculugunda yakilan minicik bir mumun bile isigini gösteren bir parçamiz olacak.
Burada yasam önümüzde duran bir duvar ve biz bu duvari boyamak üzere olan bir ressam konumundayiz. Onu sevdiginiz renklere boyayip, çiçekler, bulutlar, kuslar, daglar, denizler çizmek sizin elinizde. Yani kendi duvarinizda ne görmek istiyorsaniz onu çizeceksiniz. Evin balkonu gibi güzel çiçeklerle süsledigimiz duvarimiz çiçek bahçesine dönecektir. Eger hala baskalarinin duvarlarinin güzelligine bakarken kendi duvarinla ilgilenmeyi düsünüyorsan üzgünüm ama o duvar; kiskançlik ve hasetle beslenmis kaktüslerle dolu olan bir balkona benzeyecektir. Elinde tüm boyalar varken hala baskalarinin duvarina hasretle bakmak ise satirlari bos bir mektuptan farkli olmayacaktir. Içi bos ve alicisiz bir mektup…
Hayat ilk yaratildigi zamandan bu yana ayni hayat, onu güzel, çirkin, eglenceli, çekilmez, dost, düsman, anlamli veya anlamsiz gören biziz. Biz ve bakislarimiz.
O halde gel hadi. Yeni bir duvar hazirla kendine.
Duvarinda ne görmek istiyorsan onu çiz. Birak duvarina bakanlari, elestirenleri. Yaptigin resmi begenmezsen çekinmeden bastan al, tekrar sifirdan bir baslangiç yap. Üsenme asla; yine bastan, yeni bastan bir baslangica soguk bakma. Okyanusta bogulmaya degil bir kulaç için niyet etmeye davet ediyorum seni.
Sen bu yaziyi okurken, ben kendi duvarima enfes güzellikler çizmekle mesgul olacagim, onlarca kez begenmesem de duvarimi, gözlerim baskalarinin duvarlarina kaysa da; yilmadan, yeni bastan, yine bastan çizmekle mesgul olacagim.
Resmim bittiginde ise elimde çayimla, keyifle duvarimi seyrediyor olacagim. Bir ‘‘çaydanligin’’ etrafinda bulusmak ümidiyle.
Ne güzel demis sair “geleydin bir çay içimi; sen çay dökerdin, bende içimi.”
Vesselam.