Öğretmen olmak çocukların, yetişkinlerin ve tüm insanların yüreğine dokunmak, hayatını etkilemektir…
Ayakları yarıya kadar çamura batmış, yanakları, burunlarının ucu, soğuktan kızarmış, boş bir tarlada oyun oynarken karşılaştım onlarla… Ne tarlanın çamuru ne hoyrat esen sonbahar rüzgârı engel olamamış onları bu kadar mutlu eden oyunlarını oynamaktan. Araba yavaş yavaş ilerlerken, çocukların neşeli sesleri, bir çobanın kavalından süzülen nağmeler gibi, kulağımda çınlaya çınlaya girdim köy okuluma.
Şartlar zordur köylerde, hatta bazı şeyler neredeyse imkânsız. Ama ben imkân olmalıydım, imkânın olmadığı yerde ve gelecek olmalıydım pırıl pırıl yürekli masum çocuklara. Onların küçücük köylerinden dünyaya açılan kapıları olmalıydım.
Ben Ümmet’i anlatacağım sizlere. Altı çocuklu bir ailenin iki oğlundan biriydi Ümmet. Okulun her sınıfında bir kardeşi vardı. Ailesini evde ziyarete gitmiştim. Ümmet beş yaşındaydı. Henüz okula başlamamıştı. Duvar boyaları çatlamış, ahşap tavanlı köy evlerinde çıtır çıtır yanan sobanın başında yumurtadan yeni çıkmış kaz yavrularıyla oynuyordu. Bu yavrulara badik diyorlardı ve kışın soğuğundan korumak için, evlatları gibi evlerinde sobanın başında büyütüyorlardı yavruları. Çocuklarında oyuncağıydı aynı zamanda bu hayvanlar. Ümmet’in oyuncağı badiklerdi. Heyecanlanıyor, gözleri parlıyordu onlara bakarken. Merhametliydi, canlarını acıtmadan besliyordu, ısıtıyordu onları. Koca dev bir yüreğin, küçücük bir bedene sığmış haliydi Ümmet.
Köylerde iş çoktur. İnsan gücüne çok ihtiyaç vardır. Beşikten yuvarlanıp ayağı yere basan, küçücük çocuk bile bir işin ucundan tutar. Civcivlere, badiklere yem verir, onları kedilerden korur, tavuklara bakar, köpeklere yemek verirler. Ellerinde, boylarından büyük sopayla inekleri otlatmaya, sulamaya giderler. Biraz güvenin, biraz destek olun yeter ki her şeyin üstesinden gelebilirler. Ümmet, Ahmet, Şeyma ve diğerleri…
Ertesi yıl okula başlama çağı gelmişti Ümmet’in. Okullar açılmış okulun bahçesi çocukların neşeli sesleri ile dolup taşmıştı. Çocukların sesi, kitapların kokusu, soluduğum tebeşir tozu, bana güç ve mutluluk veriyordu. 1. Sınıfa başlayan çocukların yanına gittiğimde gözlerinde korku, heyecan, mutluluk, telaş; karışık duygular içerisinde ışıl ışıl bakıyorlardı bana. O gün Ümmet yoktu sınıfta. Ablaları hasta olduğunu söyledi. İkinci gün yine yoktu. Üçüncü gün yine… Sonradan öğrendim ki meğer okula gelmekten korkuyor, sabahları hasta numarası yapıyormuş. Ablaları okula geldikten sonra da evlerinin bahçesinde tavuklarla, civcivlerle oynuyormuş. Bunu duyduktan sonra onu okula getirmek için evlerine gittim. Beni görünce ağlamaya başladı. Yanına gidip onunla konuşmaya başladım. Tavuklardan konuştuk ve köpeklerden, kedilerden. Onun oynadığı, bildiği oyuncaklar bunlardı çünkü. Sonra okula gidip arkadaşlarınla oyun oynamak ister misin diye sordum. Gidelim ama annemde gelsin dedi. Tedbirliydi. Ben dünyasına girsem de yine annesiyle gelmek istiyordu. Peki dedim. Hadi gidelim. Beraberce tuttuk okulun yolunu. Arkadaşlarıyla kovalamaca, yakalamaca oynadı. Bir süre sonra annesinin işleri olduğu için eve gitmesi gerektiğini, öğle vaktinde ablaları ile eve gidebileceğini anlattım. Gözleri biraz buğulansa da kabul etti, gönderdi annesini ve o günü okulda geçirdi. Ertesi gün yine gelmedi ve ben yine almaya gittim onu. Yine annesiyle gelmek istediğini söyledi. Annesinin gelemeyeceğini işlerinin olduğunu anlattım ağlamaya başladı. Ümmet’i omzuma aldım.
Babamın oyunuydu bu. Küçükken beni omzuna çıkarır, “simitçi geldi, taze simitlerim var “diye nara atar evin içinde dolaşır, hoplayıp zıplardı. Bende kahkahalarla eşlik ederdim, babamın naralarına. Şimdi ben başladım bağırmaya “simitçi geldi, taze simitlerim var, yok mu almak isteyen, tadına bakmak isteyen…” Ümmet ağlamayı bırakıp gülmeye başladı. Oynaya oynaya okula geldik. Okulda güzel bir gün geçirdi, ama ertesi gün yine gelmedi. Yaklaşık bir ay Ümmet her sabah gelmiyor, ben her sabah gidip, bazen simitçi bazen pekmezci olup omzumda, tren olup arkamda, onu okula getiriyordum. Bir yandan derslerine diğer yandan arkadaşlarına uyum sağlamaya çalıştı. Derslere katılıyor oyunlarda neşeli kahkahalar atıyordu. Zaten oynayabildikleri oyunlar kovalamaca ya da ellerine geçirdikleri patlamış bir topla yaptıkları maçtı. Bazen de ellerinin üzerinde derin çatlaklar oluşturan soğuğa inat, çamurlu yollarda bilye oynuyorlardı. Kar yağıp beyaz örtü köyün üzerini kapladığında, bu oyunların hiçbirini oynayamıyorlardı. Kışın çok soğuk olan köyümüzde, sıcacık sınıfımızda öğrencilerime masa tenisi öğretmek istedim ama imkanlar çok kısıtlıydı. Burası 21 öğrencili birleştirilmiş sınıflı bir köy okuluydu. Öğrenci sayısı az olduğu için masa tenisi temin edememiştim. Kendime bir söz vermiştim ama. İmkânın olmadığı yerde imkân olacaktım bu çocuklara. Kullanmadığımız sınıfın duvarındaki kara tahtayı söküp, öğretmen masasının üzerine koyduk. Un çuvalından file yaptık. Masa tenisimiz için masayı kendi imkanlarımızla oluşturduk. Ders çıkışlarında çalışmalara başladık. Günler birbirini kovalıyor, benim çocuklarım her geçen gün birer sporcu oluyor, sanki her gün biraz daha büyüyorlardı gözümde. Senenin başında okula gelmek istemeyen Ümmet, şimdi hava kararıyor, okuldan çıkmak istemiyordu. Minicik elleriyle tuttuğu raketiyle, masanın başında adeta devleşiyordu. Yeni şeyler öğrenmenin hazzı sarmıştı Ümmet’i. Ödevler, antrenmanlar zamanında yapılıyor, derslere katılımı ve başarısı da aynı oranda artıyordu. Okulun en başarılı öğrencilerinden biriydi artık.
Bir gün okula gelen yazı ile, Samsun ilinde okullar arası masa tenisi turnuvasının gerçekleştirileceğini öğrendim. “Neden olmasın” dedim kendi kendime. Bu uzak dağ köyünden daha önce hiç dışarıya çıkmamış öğrencilerimi turnuvaya götürmeye karar verdim. Çünkü onların dünyaya açılan kapıları olacaktım. Turnuva için lisansları çıkardım, ayakkabı ve kıyafetlerini aldım. Çocuklarımın saçlarını kesip turnuvaya hazırladım. Turnuva sabahı erkenden kalktık. Biz heyecanlıydık, anneler babalar bizden heyecanlı. Hep beraber arabama doluşup, yola koyulduk. Spor salonuna vardığımızda Ümmet’in heyecanı daha da arttı. Bu kadar büyük bir salon ilk defa görüyordu. Hatta, “öğretmenim buraya bizim bütün köy sığar” demişti. Sıra kura çekimine geldi. Çektiğimiz kurada merkezi okullar, kolejler rakibimiz olarak çıktı. Bizden başkada katılan köy okulu yoktu. Ve vakit geldi müsabakalar başladı. Kara tahta üzerinde öğrendiklerimizi sergileme vaktiydi şimdi.
Yoğun kalabalıkta, ürkek bakışlar içerisinde etrafı süzerek maça başladık. Tüm karşılaşmalar büyük bir coşku ve heyecanla gerçekleşti. Sırasıyla bütün okullarla yaptığımız maçlardan sonra büyük çekişmelerle finale kadar ulaştık. Finalde birinciliği birkaç sayı farkla kaçırarak, masa tenisi il şampiyonasında, il ikincisi olduk. Ümmet yaptığı bütün maçlarda hiç set kaybetmedi. Karşılaşmaların hepsini namağlup bitirdi. Uzak bir dağ köyünde, derme çatma kara tahtadan yaptığımız masa ile öğrendiğimiz sporla, bu dereceyi aldığımıza biz bile inanamadık.
Ümmet koşarak yanıma geldi, gözleri heyecan ve mutluluktan buğulanmış bir şekilde “KAZANDIK MI ÖĞRETMENİM?” diye sordu. “Kazandık oğlum kazandık” diye cevap verdim titreyen sesimle. Koşarak arkadaşlarının yanına giderken, arkasından “Siz bugün buradaki turnuvayı kazandınız, ama en önemlisi , biz seni kazandık Ümmet “ diye geçirdim içimden.