Maşuk, otobüsün kalkmasını bekliyordu. Otobüsün koltuklarının neredeyse yarısı boş olduğu için henüz kalkış saatine biraz daha zaman vardı. Yapacağı yolculuk ve yolculuk sonunda varacağı yer onu hem heyecanlandırıyor hem de kuşkulandırıyordu. Zira bu yolculuğun sonunu biliyordu. Onun için bir nevi sonun başlangıcı olacaktı bu yolculuk.
Maşuk’u aşkının, sevdasının, kalbinde yatan kızın babası çağırmıştı. O artık Allah biliyor ya canından bile vazgeçmişti aşkı için. “Gelsin, bir kez görelim, görüşelim; sonra konuşur karara bağlarız.” demişti babası. Aslında Maşuk biliyordu bu bir görüşme olmayacaktı; son görüş olacaktı. Hiç görmeden her gün acılar içinde kıvrana kıvrana ölmek yerine son kez cemalini görüp sonsuzluğa ulaşmayı tercih etmişti. Kabul etmişti her şeyi. Aşkın acı zehrini tatmış ve bu zehirle beraber beşeri aşkını ilahi aşka dönüştürüp O’na kavuşmayı arzulamıştı.
Aşkın bu sarhoş edici düşüncelerine dalmışken otobüsün sallanmasıyla beraber kendine gelmiş ve yolculuğun başlamış olduğunu anlamıştı. Otobüsün bu esnada bütün koltukları dolmuştu. Çoğu orta yaşın üzerinde, yöre kıyafeti giymiş ve yöre ağzıyla konuşan bölge halkıydı. Kendi aralarında çok hızlı konuştukları için Maşuk tam olarak neden bahsettiklerini anlamıyordu. Acaba bu insanlardan herhangi biri aşkını tanıyor olabilir miydi? Kim bilir ne şanslıdır şu koltukta oturanlardan birisi? Kim bilir belki de her gün onunla aynı otobüse binme, aynı çeşmeden kaplara su doldurma, aynı köyün içinde aynı havayı teneffüs etme imkânı bulan vardır. Ama o ise gariban Maşuk… O uzak diyarların öteki çocuğu…
Kim istemez ki o da bu toprakların çocuğu olsun, onunla komşu olsun, beraber her gün pencereden usulca birbirlerine baksın, yan yana tarlalarda toprakla uğraşsın. Ama nerde? Kader, Maşuk’un kaderini bir kere uzak diyarlara yazmış. Ama Maşuk bütün uzakların O’nun elinden yakın olduğunu kabullenmiş ve böyle böyle sevdalanmış aşkına.
Bu diyarlar hiç Maşuk’un yaşadığı yere benzemiyor. Şüphesiz ki Maşuk’un yaşadığı yerde uzun bozkırlar var. Ne bir ağaç, ne bir damla su var. Öyle ki her Cuma namazından sonra köyün en yüksek tepesine çıkıp hep beraber yağmur duası bile ediyorlar. Oysa bu topraklar öyle mi? Her yer yemyeşil, etrafta bin bir çeşit ağaçlar var. Hem susuzluk da çekmiyorlardır. Çünkü sürekli yağmur da yağıyor olmalı. Yoksa nasıl kurumadan yeşil kalabilir bu kadar çayır çimen. Hem zaten ilerlenen yolun yanı başında otobüsü takip eden bir dere de var.
Böyle böyle düşünceler içinde dolanırken Maşuk, otobüsün ani freniyle birden irkildi ve kendine geldi. Otobüse yeni binen birileri daha oldu. Ancak Maşuk bu esnada fark edebildi buraya kadar bazı yolcuların indiklerini. Hangi durakta da ineceğini bilmeden ilerliyordu Maşuk. Gideceği yere yaklaştıkça içini daha büyük bir heyecan ve korku bürüyordu. Acaba birilerine sevdasının babasının ismini sorup evlerinin yerini öğrenip nerede inmesi gerektiğini sormalı mıydı? Tabi ki de soramazdı Maşuk. Sorup kızı dillere düşürmemeliydi. “Elalem ne derdi sonra filancanın kızı böyle böyle şeyler yapmışmış duydunuz mu” demezler miydi? Yok yok sormamalıydı tabi ki.
Bu kez de Maşuk daldığı bu düşüncelerden onu yan koltuktan yaşlı bir adamın dürtmesiyle kendine geldi. “Kimsin, kimlerdensin, yolculuk nereye?” diye art arda duyduğu tedirginlik Maşuk’un biraz daha korkuya kapılmasına ve yüzünün kızarmasına sebep olmuştu. Ne söyleyecekti şimdi ne cevap verecekti Maşuk? Aslında bu soruyla karşılaşacağını bilmesine rağmen bir türlü ne cevap vereceğine karar verememişti. Hayır hayır, asla yalan söylememeliydi. Bu ulvi aşk için canından bile vazgeçişken böyle ufak tefek şeylere takılması doğru sayılmazdı. Bir anlık gelen bu cesaretle “Kanlı İsmail’i ziyarete gidiyorum” diyebilmişti artık. Yaşlı adamın daha fazla soru sormaması için hemen yüzünü cam tarafına dönmüş ve dışarıdaki ormanları seyre koyulmuştu. Öyle de oldu, Konuşmak istemediğinden mi yoksa yaşlı adam da mı Kanlı İsmail’den korkmuştu bilinmez. Ama Maşuk’un verdiği cevabın ardından tek kelime dahi edememişti.
Bir süre daha böyle giderken birden şoförün otobüsü durdurması ve “Kanlı İsmail’in konağı derenin karşı tarafında. Şurada ilerde ağaçların arasında karşıya geçebileceğin bir Taşköprü var, oradan geçebilirsin. Ama dikkat et kendine genç” demesiyle Maşuk’un aklı başından gitmişti. Otobüsün arka kapısından indi. Yol kenarına doğru yürüdü. Solundaki konağa uzun uzun baktı. Demek sevdam bu konakta yaşıyor. Belki de penceresi görünen odalardan biri ona aittir diye düşündü.
Ağaçların arasındaki taş köprüden ağır aksak adımlarla karşıya geçen Maşuk, köprünün diğer adımına ilk adımını atar atmaz ayağından tabanca ile vuruldu. Rengi soluk olan pantolonundan aşağı kanlar sızıyordu. Bir anda olduğu yere yığıldı. Ardından konağın önünden bağırış çağırış sesleri duyuldu. Böyle olacağını bildiği için kendini daha ilk andan ölümün ve sonsuzluğun kollarına teslim etmeye razı oldu. Oldu olmasına ama keşke gözlerine siyah perde inmeden önce son bir kez görebilseydi aşkını. Bu yüzden gözleri bedeninden ayrı olarak hiçbir şey olmamış gibi bir anlık işlevini yerine getirmeye başladı ve konağın pencerelerinde gezindi. Konağın üst katında son odada perde aralığında hafif bir siluet görür gibi oldu Maşuk. Evet oydu işte o. Yıllarını verdiği, ömür boyunca beklediği ve uğruna öldüğü…
Ardından Kanlı İsmail koşar adımlarla “Sen kim oluyorsun da benim kızımı sevme hakkını kendinde buluyorsun” diye bağırdı. Biraz daha yaklaşınca Maşuk’un diğer ayağına da bir el ateş etti. Maşuk ölüme dünden razı olduğu için sesini dahi çıkarmadı. Kanlı İsmail, sol elinde tuttuğu ipi Maşuk’un düştüğü yerin yanındaki ağacın tepesine attı ve bir ucunu Maşuk’un ayaklarından bağladı. İpin diğer ucuna asılıp kendine doğru çektikçe Maşuk havaya doğru yükseldi. Kanlı İsmail ipin ucunu başka bir ağacın gövdesine bağlayarak havada asılı duran Maşuk’u sabitledi. Maşuk son kez pencereden sevdasına bakmaya çalıştı. Orada uzakta konağın penceresinden ağlayan eliyle yüzünü kapatan kıza baktı. Maşuk’un kanı hemen altında duran kırmızı güle dökülüyor oradan derenin suyuna karışıp gidiyordu.