Saat sekiz Tüm aile akşamki yemeğin ardından huzurlu bir uykuya dalmıştı. Çok sevdikleri bu ahşap evde ve semtte geçirdikleri son gece olduğunu henüz bilmiyorlardı. Evin küçük çocuğu bu evde dünyaya gelmiş ve onun adına bahçeye bir fidan dikilmişti. “Senin yaşadığın kadar yaşayacak ve senin güldüğün kadar meyve verecek.” demişti babası küçük Fikret’e.
Fikret daha 12 yaşındayken babasından duyduğu bu sözü ömür boyu unutmayacaktı. O son güne kadar her gün evden çıkmadan önce fidanın karşısına geçer, bir tiyatrocu edasıyla selam verir, kocaman gülümsemesini bozmadan bahçe kapısından çıkardı. Bahçe kapısından çıktığı anda adımlarını hızlandırır bir çırpıda arkadaşlarının yanında olurdu. Akşam ezanına kadar sokak bu çocuklarının gürültüleri ile yankılanır, kızanlar, oyunlarına katılanlar, nadiren de olsa onlara oyun esnasında dondurma ısmarlayanlar olurdu. Dondurmalar alındığı anda hemen sahil kenarına gider ve eski konağa sırtlarını dayayarak bu anın tadını çıkarırlardı. Hele ki dondurma sefası gün batımına denk geldiyse keyiflerine diyecek olmazdı. Günü oyunla ve gün sonunu dondurma ile geçirmenin mutluluğu sarardı hepsini.
İşte böyle bir çocukluğun içinde büyümeye başladı Fikret. Dondurma eşliğinde günbatımını izlemek kadar sevdiği bir şey daha vardı o dönemlerde. Yanından resim defterini ayırmayan Selen’i resim çizerken izlemek. Hatta kendi portresini çizmesini bile istemişti Selen’den. Çizimin yarım kalacağı ikisinin de aklına gelmemişti.
Bütün yarım kalmışlıkların, bir çocuk için tutunma çabalarının başladığı sabaha gelelim: Saat 8’i geçmiş; hafif bir duman ev sakinlerini rahatsız etmeye başlamıştı. Derin bir çığlıkla Fikret uykusundan uyandı. Bir anda kendini babasının kucağında bulmuştu. Babasının kucağında kapıdan çıkarken çatıdan parçalar dökülmeye başlamıştı bile. Alevler pencerelerden gökyüzüne doğru yükseliyordu. Bu yangın anı Fikret için olduğu kadar diğer aile bireyleri için de unutulmaz bir anı olmuştu. Varlık ve yokluk arasındaki ince çizginin resmiydi kül olan evler. Oyuncakları, kalemleri, babasının ona aldığı ayakkabıları ve en önemlisi Selen’e hediye olarak aldığı resim defteri bu küllerin arasındaydı. Uğultular, sesler, koşuşturan insanlar… Hissettiği duyguyu anlayabilseydi buna ‘anlamsızlık’ diyecekti ama yaşı müsaade etmiyordu. Resim defterini kaybetmiş olması artık bir evlerinin olmadığı gerçeğinden daha korkunç görünüyordu. Annesi ile babası yüzlerinde acı bir ifade ile konuşuyordu. Belli ki nereye gideceklerini tartışıyorlardı.
Kaldıkları semt İstanbul’un en kalabalık semtlerinden birisiydi. Burada bir başka ev bulmaları imkânsızdı. Bu sebeple Galata’da bir akrabalarının yanında kalmaya karar verildi. Kısa bir süre içerisinde Galata’da, salon camının sol üst köşesinden denizin göründüğü bir ev tuttular. Bir semtten bir semte olan uzaklık, dünyanın öbür ucuymuş gibi geliyordu insana o yaşlarda.
Geride bıraktığı arkadaşlarını; Selen’i ve kendi boyu kadar olan fidanını bir daha göremeyeceğini düşünüyordu. Bir gün babası, fidanını görmek için eski evlerine gidebileceklerini söylemişti. Babası ile tekrar eski evlerine gitmek, fidanını ve belki de Selen’i görme düşüncesi ile yeni yaşamına alışmaya çalışıyordu. Eskisi gibi küçük bir semt değildi burası sokaklarda oyun oynayan çocukların sayısı oldukça azdı. Bu sebeple Fikret öncekine göre daha az dışarıya çıkıyor ve çoğu zaman odasında Selen gibi resimler çizmeye çalışıyordu.
Bir gün babası işten erken gelmişti. Fikret’e seslendi. “Fikret, oğlum buraya gelir misin? Bir yere gideceğiz seninle. Yanına montunu da al, hava çok soğuk.” Fikret bu yolculuğun eski evlerine olduğunu hemen anladı. Babasının dediği gibi montunu ve bir de kendi çizimlerinin olduğu defterini aldı. Düşündüğünden daha kısa bir yolculuktan sonra kendini mahallesinde bulmuştu. Aradan geçen kısa sürede her şey değişmiş gibi geldi Fikret’e. Yanan başka evler de vardı. Yağmur külleri toprağa karıştırmış ve yanan evlerin yerinde koca bir boşluk bırakmıştı.
Öncesinde cıvıl cıvıl olan ama şimdi sessizliğe gömülmüş evlerinin caddesini gördüğünde hayal kırıklığına uğradı Fikret. “Kimse yok.” dedi içinden. Evlerini bulduklarında sadece bir bahçe kapısı bir de koca ağacın gölgesindeki fidanı kalmıştı. Fidan biraz büyümüş gibi geldi Fikret’e. babasına döndü “Baba onu da alıp götürelim, burada hep yalnız.” dedi. Babasının bir şey söylemesine fırsat kalmadan arkalarından tanıdık bir ses duyuldu. Babasının arkadaşı Kemal Bey’di bu. Yanında da oğlu Nedim vardı. Sarıldılar. Fikret Nedim’i çok severdi. Aralarında en hızlı koşan oydu ve onun hep topu olurdu. Bir anlık sessizlikten sonra Kemal Bey’in “Buralarda çok yangın oldu, belki sert rüzgâr, belki bu eski ahşap binalar, belki de evlerimizin üzerine çizilen kırmızı işaretler… İnsanlar artık burada durmak istemiyorlar. Gördüğün gibi semt şimdiden sessiz.” demesiyle kendine geldi Fikret.
Fikret bir anda Nedim’e döndü ve “Selen nerede?” diye sordu. Nedim beklemediği bu soru karşısında biraz şaşırdı ama cevabı netti. “Siz gittikten sonra bir yangın daha oldu. Çok rüzgâr vardı, yandaki ev yanmaya başlayınca onların evine de yangın sıçradı. Onun annesi yangında kaldı. Babasıyla beraber gittiler.” İşte bir çocuğun değişimi bu cümleden sonra başladı. Resim defterini fidanın altına bıraktı. “Artık gidelim baba, hava çok soğuk.” dedi.
Oyuncakları, kalemleri, babasının ona aldığı ayakkabıları ve en önemlisi Selen’e hediye olarak aldığı resim defteri bu küllerin arasındaydı. Uğultular, sesler, koşuşturan insanlar… Hissettiği duyguyu anlayabilseydi buna ‘anlamsızlık’ diyecekti ama yaşı müsaade etmiyordu.