Vefa Taşdelen
Yıldız Teknik Üniversitesi Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Bölümü
Son bir yıl içinde dünya daha önce kısmî anlamda örneklerini gördüğü ama asla benzeriyle karşılaşmadığı bir tecrübe yaşadı. Koronavirüs, diğer adıyla COVID-19, kısa sürede dünyayı bir uçtan diğerine etkisi altına alıverdi. İnsanlar neye uğradıklarını, bilim adamları neyle karşı karşıya olduklarını anlama ve açıklama fırsatı bulamadan, kendine özgü üretim ve tüketimi, eğitim ve öğretimi, düğünü ve eğlencesi, ibadeti ve seyahati ile yepyeni yaşama ve davranış biçimi ortaya çıkıverdi. İnsanın “alışan” bir varlık olduğunu bilirdik, ama yaşama alışkanlıklarını kökten değiştirecek böyle bir yaşantıya çabucak alışıvereceği hiç aklımıza gelmezdi. Yetkili ağızlardan söylenen “Sadece dışarıda değil, evde bile karantina!” telkini ile yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen dostlar sokakta işyerinde karşılaştıklarında birbirlerine kaygılı ve korkulu gözlerle bakmaya başladılar. Ölümü çok yakınımızda, kapı kollarında, market raflarında, cebimizdeki paralarda, poşetlerde, otobüs koltuklarında, soluduğumuz havada, yüzdüğümüz suda, hemen her yerde hissetmeye başladık. “Sosyal mesafe” ve “maske”, en çok kullandığımız sözcükler arasına girdi. Dijital ortamdaki renkler üzerinde sokak sokak, mahalle mahalle, ev ev, salgının sirayet derecesini ölçmeye başladık. Uzaktan alışverişler, online toplantılar yeni yaşama biçimimizin rutinleri arasına girdi. Her gün yüzlerini görüp seslerini işittiğimiz, sanki evimizden biri gibi hissettiğimiz sanatçı, siyasetçi ve eğitimcilerin virüse yakalandığını işittiğimizde içimiz bir tuhaf oldu. Hele yakın çevremizden birinin virüse maruz kaldığını haber aldığımızda derin bir “var-olma” kaygısı hissettik.
Bu süreç içinde insanoğlu biraz da olsa kendini, farklı türdeki varoluş tarzlarını, üretim ve tüketim alışkanlıklarını sorgulama fırsatı buldu. İnsan-insan, insan-doğa, insan-Tanrı ilişkisi bağlamında kendi ürettiği kültür değerleri konusunda kuşku duymaya başladı: Aslında yeryüzünde sanıldığı kadar güçlü bir konumda değildi, güvende sayılmazdı, hafif bir üfleme ile onca çabasına rağmen bir türlü tutunamadığı yer kabuğundan sökülüp atılabilirdi; bunu anladı. Bu zayıf varolma durumu yanında bir de kendi kendisi için oluşturduğu risk çok büyüktü. Ünlü bilim adamları ve filozoflar tarafından bile sorulan şu soru hiç de yabana atılacak cinsten değildi: İnsanoğlu doğa ile mücadelesinin zirve noktasına geldiği bu çağda, doğayı yok eden “aşırı-kültür”le -savaş teknolojileri, doğaya salınan gaz ve atıklar gibi- acaba kendi sonunu mu hazırlıyor? Bizi nerede beklediğini tam olarak kestiremediğimiz, bu nedenle hemen her yerde temkinli ve tetikte olmamız gereken görünmez bir düşman karşısında “hayat eve sığar” sloganı ile dışarıya çıkmamaya başladık. Derin bir bekleyiş içinde kendimizi dinleme ve daha çok keşfetme fırsatı bulduk. Evlerin sevgi ve muhabbetle kurulan yerler olmaları yanında, yine bu yüksek değerin türevleri olarak anlayış, nezaket, saygı, sabır, hoşgörü ve ihtimam değerlerine de ihtiyaç duyduğunu daha çok anladık.
Salgın, ekonomi, sağlık, ulaşım, turizm, kültür, sanat bütün sektörleri etkiledi. Kuşkusuz en çok etkilenen alanlardan biri de eğitim alanıdır. Bütün dünyada eğitim en önemli kurum ve sektör durumundadır. Bunun nedeni, sistemin kendini üretecek bireyleri bu ortam içinde yetiştiriyor olmasıdır. Hemen her ülkede nüfusun önemli bir kısmını ilk ve orta dereceli okullar ile üniversitelerde eğitim gören çocuklar ve gençler oluşturmaktadır. Salgın, insanların toplu hâlde yaşamalarını, yakın temasta olmalarını güçleştirdiği, hatta imkânsız hâle geldiği için eğitimin nasıl ve ne şekilde verileceği önemli sorunlardan biri oldu. İnsanların evlerine çekildiği bu süreçte eğitim nasıl olabilir, nasıl olmalı? Bunun ideal bir formu var mıdır? Yakından bakıldığında aslında sadece iki seçenek olduğu görülebilir: Ya salgına rağmen yüz yüze eğitim ya da uzaktan eğitim. Bu ikisinden çıkarılabilecek üçüncü bir seçenek, “seyreltilmiş eğitim”; çocukların okulla olan bağlarını taze tutmak adına bir başka seçenek oluşturabilir.
Salgın ve karantina dönemlerinde “uzaktan eğitim” bir politika değil zorunluluktur. Yüz yüze eğitimin olduğu gibi uzaktan eğitimin formu da bellidir. Bu eğitim biçiminin verimliliği öğretmen ile öğrencinin konsantrasyonuna, gönüllülüğüne, samimiyet ve özverisine bağlıdır. Öncelikle aradaki iletişimi kesintisiz şekilde sağlayabilecek bir donanıma ihtiyaç vardır. Eskiden mektupla bile sağlanabilen bilgi ve kültür akışı, günümüzde karmaşık ve ileri bir teknolojiye ihtiyaç duymaktadır. Ama zaten teknoloji, hem de dijital teknoloji çağında yaşamıyor muyuz? Bu durumda bir telefon ekranının, yaylada hayvanlarını otlatan bir öğrenci tarafından bile “sınıf ortamı”na dönüştürülebildiğini, süt sağan çocuklarımızın işlerini bitirir bitirmez dijital sınıflarına koştuklarını gördük. Bu sayede uzun yıllardan sonra işin ve eğitimin birbirine yaklaştığına, sadece okumanın değil çalışmanın da insanı eğiten bir değer olduğuna tanıklık ettik. Ev, iş yeri, tarla, atölye, fabrika, ama en çok da medya ve dijital ortamların bir “okul” ve “derslik” olarak ve belki de hep olması gerektiği şekliyle yeniden organize edildiğini gördük. Ev kütüphanesi, araç-gereçleri, resimleri ve haritaları, dahası aile bireyler arasındaki iletişim biçimiyle bir derslik ve okul gibi düzenlendi; içinde dijital teknoloji (en azından cep telefonları, tabletler, vs.) başta olmak üzere araç gereçlerin yer aldığı ders odaları oluşturuldu. Bu eğitim biçimi aslında Farabî’in, Yusuf Has Hâcib’in eserlerinde dikkat çektiği üzere aile büyüklerinin çocukları, yöneticilerin halkı için öğretmen ve eğitici rolünde olduğu, bu rolü gönüllü ve donanımlı bir şekilde üstlenmeleri gerektiği hususunu hatırlattı.
Dijital ortamlarda uzaktan eğitim faaliyeti çoktan başlamış olmasına rağmen, görüldü ki, aslında dünyanın hiçbir ülkesi, -en azından eğitim faaliyeti anlamında- yaşanan bu salgınla, bu öngörülemez tecrübeyle karşılaşmaya hazır değilmiş. Bu süreçte eğitim bilimciler bile anket yapıp yayına dönüştürme dışında çözüm getirici fikir ve öneriler geliştirmekte zorlandılar. Zengin bilim ve eğitim tecrübesi olan ülkelerinin bile yaşadığı şaşkınlık, dünyanın farklı bölgelerindeki eğitim faaliyetlerine bir “tereddüt” olarak yansıdı. Bir şey yapamamak, işi oluruna bırakmak, biraz ara vermek, ancak öğrencilerin ilgisini taze tutacak kadar ders yapmak şeklinde özetlenebilecek uygulamalar gerçekleşti; gerçekleşmekte. Tabiî bütün bu faaliyetlerin kalitesini tartışabilmek için, “olması gereken nedir?”, “ne yaparsak doğru ve uygun bir strateji izlemiş oluruz?” sorularının cevabı konusunda bir fikrimizin olması gerekir. Söz gelimi, “nasıl bir uygulama ortaya koysak, salgın döneminde eğitim faaliyetini en iyi şekilde sürdürmüş, organize etmiş oluruz?”, sorusunu cevaplayabilmemiz gerekir. Teknoloji alt yapısını güçlendirmek, basit ve anlaşılır eğitim programları hazırlamak; yazılı ve görsel bilgi kaynaklarını zenginleştirip ulaşılabilirliğini sağlamak hemen ilk akla gelenler arasındadır. “Yüz yüze eğitim” ile “uzaktan eğitim”in formatındaki farklılık nedeniyle kısmen de olsa farklı bir pedagojik yaklaşımın sergilenebilmesini gerektirir. Bu anlamda öncelikle eğitimcilerin eğitilmesi, öğrencilerin bilgilendirilmesi, ama her şeyden önce uzaktan eğitim konusundaki motivasyonun, ilgi ve dikkatin sağlanması, bir yandan salgının önlenmesi için eğitimcilerden bir gönüllüler ordusu, bir yandan da uzaktan eğitim konusunda bir farkındalık ve bilinç oluşturacaktır. Bütün dünyada, bazı ülkelerde biraz daha çok bazı ülkelerde biraz az olmak üzere uygulanmaya çalışılan da bu olmuştur.
Koronavirüs salgını bize eğitimin pek çok paydaşı bulunan geniş katılımlı, bu nedenle de bilimsel ve rasyonel bir düzenlemeye ihtiyaç duyan temel bir kazanım süreci olduğunu hatırlattı. Paydaşların –öğrenci, öğretmen, aile, okul, akrabalar, sosyal çevre, politik ve ekonomik unsurlar, ders kitap ve programları, araç gereçler gibi- her birinin kendi işlevini eksiksiz yerine getirmesi durumunda başarılı bir eğitim faaliyetinin ortaya çıkması beklenir. Bunlar arasındaki samimi gerçekçi ve rasyonel işbirliği uzaktan eğitimin kalitesinde de belirleyicidir. Süreç; ebeveyn ve aile büyüklerine eğitimin pasif değil aktif tarafları olmalarını, öğrenciye ise “talebe” sözünün gösterdiği gibi öğrenmede “gönüllü” ve “istekli” olmanın gerekliliğini hatırlatmıştır. Bunların yanında politik erk konunun çok temel bir unsuru olarak dijital kaynakların öğrenciye açılmasında, araç-gereç temininde, uygun, makul, ekonomik ve uygulanabilir program ve stratejilerin oluşturulmasında temel konumda bulunmaktadır.
Uzaktan eğitimle birlikte “okul” kavramına verilen geleneksel anlam değişti. Belki de kendisini çok da fark ettirmeyen, ama uzun vadede sonuçları olabilecek bir durumdur bu. Okul nedir? Fiziksel bir mekân mıdır, resmi geçerliği olan bir program mı? Toplumun, kültürün, zihniyetin, bilincin kendi kendini ürettiği bir sistem midir? Toplum için vasat kişiler üreten bir mekanizma mıdır? Zamanımızda sanal ortamlar öne çıkmıştır; teknolojik gelişmeler okul ve sınıf kavramını yeniden tanımlanmış gibi görünmektedir. Artık okul belirli bir yer, belirli bir mekân, belirli bir adres değil, bireyin bulunduğu her yerdir. Bu bir evin odası olabileceği gibi bir dağın başı da olabilir. “Okul” kavramı bağlamında salgının en ilginç sınamalarından biri de “okulsuz eğitim”i savunanlara olmuştur. Sanki şöyle seslenilmiştir onlara: “Okulsuz eğitimi savunuyordunuz; hadi bakalım görelim sizi?” Belirli bir uzmanlığa yönelik piyasanın ihtiyaç duyduğu ve piyasaya ihtiyaç duyan kişiler yetiştirilmeye odaklanan okul, modern dönemlerin en önemli kurumlarından biridir. Ama nereden bakılırsa bakılsın “iyi insan-iyi vatandaş”, “iş” ve “uzmanlaşma”, “bilgilenme” ve “aydınlanma” kavramları çerçevesinde iç içe geçmiş konu ve kavramlar modern eğitimin omurgasını oluşturur. Ancak konu ne kadar karmaşık da olsa tek bir soruda merkezileşir. Bütün felsefe ve sistemlerin ortak sorusu şudur: “İyi insan kimdir?” “İnsan, nasıl iyi insan olur?”
Eğitimin bilgi öğretimi yanında asıl duygusal ve davranışsal terbiye, bir huy ve mizaç kazanımı olduğu bazı eğitim filozofları tarafından dile getirilmiş, eğitimin asıl amacının ruhsal, zihinsel ve duygusal olgunlaşma olduğu belirtilmiştir. Kadim gelenekte en önemli bilgi kişinin kendisini bilmesidir ve bu gerçek bilgeliktir. Bu yaklaşımlar çerçevesinde eğitim, “öğretim” anlamının önüne geçerek bir ruh, duygu ve davranış terbiyesine dönüşmektedir. Salgın, o “evcil” yüzüyle, eğitimi parlak ve maddi getirisi yüksek mesleklere ulaşma yolunda ağır bir hazırlık ve kurs dönemi olarak gören ebeveynler için kaygı verici bir süreç, aile ve toplum değerlerinin kazanımı olarak görenler için ise neredeyse bir fırsat oluşturmuştur. Gerçekten de salgın herkese bir şey öğretti; ama öncelikle de birbirini eritip yok etmeden bir arada yaşamanın erdemini öğretti. Ve büyük küçük, genç ihtiyar, zengin fakir demeden herkese şu duyguyu verdi: hayat değerlidir ve birlikte yaşandıkça güzeldir. Birlikte varolmak, birbirimizi yok ettiğimiz değil, bir yaşama duygusu içinde var kıldığımız bir süreçtir, böyle olmalıdır.
* * *
Bu yazıda salgının eğitim üzerindeki etkisini, biraz da onun sert yüzünü yumuşatarak ele almaya çalıştım. COVID-19 salgını, bir şey yapmamak için mazeret arayanlar için kolay, bütün olumsuz koşullara rağmen bir değer üretebileceklerini düşünenler için zor bir süreç olmuş ve olmaktadır. Ancak bir an bildiğimiz bütün eğitim tanımlarını unutarak şunu soralım: Biz ne istiyoruz bu çocuklardan? Onları nasıl eğitmek istiyoruz? Ne öğrenmelerini, ne bilmelerini, nasıl bir insan olmalarını istiyoruz? Eğitim tanımımızda küçük değişiklikler yaptığımızda konuya bakışımız da değişecek, böylece farklı bakış açıları yakalayabileceğiz. Tarihin her döneminde, her koşulda mahiyeti ve amacı farklı da olsa eğitim faaliyeti olmuştur. Eğitim, en açık anlamıyla –her zaman bir itiraza imkân tanısa da- hayata ve iyi insan olmaya hazırlık, bu yolda bir gelişimdir.
Doğa bize kendisine fırsat verdiğimizde doğruyu fısıldar. COVID-19, yaşadığımız bu şiddetli küresel salgın döneminde, doğanın bize bazı konuları fısıldadığını fark ettik. Belki de şimdi ne yapmamız, nasıl yapmamız ve ne olmamız gerektiğini daha iyi biliyoruz. Bu piyasa değerleri dışında, ucuz ve hatta bedelsiz bir şeydir: İnsanın insana duyduğu gereksinim, varolma sevinci, dayanışma, muhabbet, dostluk! Bu süreç içinde ölümlü olmanın mütevazılığı, sükûtu, dinginliği ruhları çok yakışan bir elbise gibi sardı. Asıl olan doğayı yozlaştırmadan duygu ve kişiliğin olgunlaşmasıdır. Tabiî şunu da söylemek gerekir: Bir ülke için asıl eğitim göstergesi salgın dönemindeki performansla değil, genel eğitim durumu ile ölçülür. Zira salgın sürecindeki icraat konusunda konuşmak bir “istisna”, konuyu bir kavram, bir fikir olarak ele almak ise “rutin”, “yasa”, “ilke” üzerine konuşmak olacaktır. Önemli olan istisna değil, genel gidişattır.