“Tohum toprağa düşse onun için öldü denilebilir mi?”
Mevlânâ Celâleddîn-i Rumî
Karaçayır’ın çocukları, güneşin altında kavrulan bir toprağın üzerinde büyürler. Kerpiç evlerinin tenha bir köşesinde iki büklüm olmuş annelerinin tertemiz göğüslerinden emerken tanışırlar toprağın kokusuyla. Türlü zahmetlerle sulanan bostanların arasındaki gölgeliklerde ve yazının gözünde traktörlerin sesleriyle cırcır böceklerinin seslerinin bir uğultuya dönüşüverdiği buğday tarlalarında tekrar tekrar çekerler bu kokuyu ciğerlerine.
Beşiklerinden damlayan terleri toprağa karıştıkça toprağın kokusu kendi kokuları olur. Bu çocukların sadece kokuları benzemez toprakla. Güneşin altında esmerleşen tenleri, sertleşir, sertleşir, sertleşir ve bir gün çatlayıverir suya hep hasret olan toprakları gibi. Ardından onda kendi suretlerini görürler, kazmayı her indirdiklerinde kendi göğüslerini yarıp her tırmık darbesinde kendi suretlerini çizerler.
Bu yüzden de hep ağlamaklı bakarlar dünyaya. Bu çocuklara da Anadolu’nun diğer köylerinde olduğu üzere herkesin bir gün toprak olacağı söylenir. Oysa Anadolu’da tüm çocuklar henüz yaşarken topraktırlar. Toprak, onların nefeslerinde, duruşlarında, yürüyüşlerinde, rüyalarında, gerçeklerinde, iliklerindedir. Karaçayır’ın çocukları, anneleri ve babaları gibi toprağın çocuklarıdır.
Kılıboz Süleyman’ın oğlu Hamit... Çalışkan, dirayetli, ailesine düşkün, vatanına milletine karşı borcunu Kıbrıs’ta düşmanla göğüs göğüse çarpışarak ödemiş, ancak şehadet mertebesini tadamamanın hüznünü ta yüreğinin ortasında taşıyan bir gazi. İskenderun limanından bir otobüse atlayıp köyüne döneli beş ay oldu. Anası babası uygun bir kısmet arayadururken o komşu köy Kızılhisar’da yiğitlikte erkeklerle yarışan, çalışkanlığı dillere destan Zeynep’e vuruldu.
İmeceye katılan kız kardeşlerini almak üzere gittiği buğday tarlasında gördü Zeynep’i. Buğday kadar esmerdi, nazlı nazlı uzayan bir servi gibiydi, kaşları keskin, gözleri, omuzları küçüktü Zeynep’in. Gönlüne bir kor ateş gibi düştü Zeynep. “Zeynep bu güzellik…” diye yanık yanık türkü söyledi günlerce. Açılmanın, vuslatın bir yolunu aradı. Laf söz olur, hem kızı hem kendimi köye rezil ederim, diye düşünüp durdu kara kara. Kendi kendine elçi göndermek de olmaz, diyordu harman savururken. Sonunda bir düğünde buldu aradığı fırsatı. Okuması yazması yoktu.
Olsaydı bir pusula tutuşturuverirdi eline halayda. Çaresiz, utana sıkıla kız kardeşi Suna’ya anlattı gönlündeki yangını. Varıp söyledi Zeynep’e Suna. Davullu zurnalı halay çekenlerin arasından kısa bir an bakıştılar Hamit’le. Hamit de dağ gibi yiğit bir adam. Gür bıyıkları, kara kalın kaşları, hele o kasketinin kenarından bir gözüne düşen zülüfleri…
Zeynep de vuruldu ilk görüşte Hamit’e. Utana sıkıla varsın istetsin beni örfümüzce, dedi Suna’ya. Üç gün üç gece düğünleri oldu. İki gönül bir oldu. Su ve toprak buluştu. Çok geçmeden, Kömağıllı Marangoz Ahmet’e ısmarlanan mavi boncuklu beşiğinde, burnuna çektiği toprak kokusuyla ağlar oldu Hamit’ten olma Zeynep’ten doğma küçük Mustafa.
Her sene olduğu gibi ağustos’un sonunda altın sarısı buğday saplarını oraklarıyla tek tek derdiler, sonra günlerce beklediler patosçu Kürt Mamo’yu. “Saatine 40 Liradan aşağı olmaz.” dedi Hamit’e. Her sene bu neyin zammı, diyemedi Hamit. El mahkûmdu, saydı eline 40 Lirayı. Kürt Mamo samanı bir yana, sapı bir yana, tanesini bir yana ayırdı buğdayın, çekti gitti bir başka köye.
Sonra tanelerin bir kısmını kış için un eyledi Zeynep. Bir kısmını gelecek yıl, toprağa tohumluk olsun deyi saklayıverdi. Sapını samanını Nazarboz’un ahırına dizdi. Sonra bostanlıkları toplamaya giriştiler. Soğanlar, nohutlar tamamdı da az yağınca yağmur, kıt vermişti toprak ana diğer sebzeleri. Yine de olsundu Zeynep’e göre. “Toprak, bu sene vermez. Yarın verir.
Verdiğine şükürler olsun.” dedi Hamit’e. Bolca şükredilen zamanlardı. Yıllar böyle geçip gidiverdi Karaçayır’da. Bozkırlarda esen sert rüzgârların önüne katıp sürüklediği dikenli çalılar gibi anasının babasının ardı sıra bir tarladan bir tarlaya, bir harmandan bir harmana gide gele büyüyüverdi, mektep çağına erişti Mustafa. Mektep… İlk babasından işitti mektebi. “Mektepli olacak yaşa geldin ha aslanım! Okuyup böyük adam olacaksın.” demişti babası Nazarbozu tımar ederken. O günden sonra dilinden düşmedi Mustafa’nın mektebe gidip hekim olmak, hekim olup da hastalara şifa dağıtmak.
Babası Hamit’in kucağında anlatmıştı bir akşam: “Buba, hani Şeyh Ali’nin evin önünde Muhtar emmi köylüyü topladıydı. Sağında solunda hekimler varıdı. Beyaz öynüklü hekimler. Anlatıp durdularıdı bir şeyler bir şeyler. İşte ben onlar gibin mi olacağım. Beyaz öynüklü, saçları taralı…” O vakit babası oğlunun gözüne düşen saçlarını eliyle geriye doğru atıp sımsıcacık bir öpücük kondurmuştu alnına ve “He ya…Olacaksın elbet! Hem de hekimlerin en böyüğü olacaksın, en önde gedeni.” demişti. Anası Zeynep de dağ kekiklerini sapından ayırırken kulak misafiri olmuştu onlara ve “Amin” diye fısıldayıvermişti boşluğa, gözleri dolu dolu. Bolca amin denilen zamanlardı.
Mustafa’nın ilk kez gözüne uyku girmedi. Uyku nedir sanki hiç bilmemişti. Sağa döndü olmadı, sola döndü olmadı. Yün döşeğin, yorganın altında terleyip durdu sabaha dek. Anası uyandırmaya geldiğinde yatakta bulamadı onu. Avluya çıkınca gördü Mustafa’yı. Kuyudan suyu çekmiş, yüzünü gözünü yıkamıştı bile. Hemen anasının yanına vardı Mustafa. “Sabahın hayrolsun ana! Bugün mektepli olacağım. Bubam ne vakit kalkar.” deyince bağrına bastı Zeynep oğlancığını. Kokladı. Kokladı, toprak kokan simsiyah saçlarını. “Oğul, gedecen elbet. Bu ne telaştır. Hele gözelce bir yapıver kahvaltını. Gedecen elbet.” dedi. Anası çok güzel bir sofra kurdu ona. Yufka ekmeğinden banıp durdu dut pekmezine. Cevizi dürüm eyledi köy peyniriyle, bir lokmada yutuverdi. İş Çilli’nin yumurtasını yemeye gelince durdu Mustafa. Sevmezdi yumurtasını Çilli’nin. Amma “Mektepte zihin açar.” deyiverince babası, onu da yutup indirdi midesine.
Hamit, bindi Gülendam’ın sırtına. Gülendam ki bir emektar attır. Rahvan gidişini seyretmeye doyum olmaz. Terkisine de Mustafa’yı aldı. Düştüler mektep yoluna. Mektep, Karaçayır’dan epey bir ıraktı tüm Anadolu köyleri gibi. Yoksa köyler mi ıraktı mekteplere, bunu kimsenin bilmediği zamanlardı. Nihayete erince yollar, Çatalarmut ilçesindeki mektebe vardılar. Mustafa, mektebin adını sordu babasına.
Babası girişteki ahşap tabelayı okuyamasa da Muhtardan bildiği için okurmuş gibi söyledi: Şehit Necmettin Yılmaz İlkokulu. Mustafa, şehit ne demektir mektepte ilkin bunu öğreneceğim, diye düşünürken babası teslim etti Mustafa’yı muallimine. Eti senin kemiği bizim, demeye dili varmadı. Gözünün nuruydu Mustafa. Nasıl ayırsın etini kemiğini de veriversin ellere. “Hocam, emanetindir. Akşam gelir alırım.” diyebildi ancak. Sonra öptü Mustafa’yı yanaklarından toprağın o güzel kokusunu alarak.
Muallim ilk derste tahtaya büyük harflerle yazdı adını: “NAZIM ÖZYALIN”. Sonra güldü kendi kendine “Sahi size daha okumayı öğretmedim ki ben.” dedi. Mustafa da diğer çocuklar da saldılar kahkahayı. “Benim adım Nazım. Soyadım Özyalın.
Mektep… İlk babasından işitti mektebi. “Mektepli olacak yaşa geldin ha aslanım! Okuyup böyük adam olacaksın.” demişti babası Nazarbozu tımar ederken. O günden sonra dilinden düşmedi Mustafa’nın mektebe gidip hekim olmak, hekim olup da hastalara şifa dağıtmak.Rizeliyim. Şimdi sizler de bana kendinizi sırasıyla tanıtıverin bakayım.” deyince herkes bir anda susuverdi. Çıt çıkmıyordu hiçbirinden. Kim olduklarını düşünürken derme çatma yapılmış, sıvası, boyası dökülmüş mektep duvarlarında gözlerini gezdirip duruyordu Mustafa. Muallim bu kez “Yok mu şöyle cesur biri, kendisini bir tanıtsın.” deyince birden doğruldu yerinden Mustafa. O, hekim olmayı göze almıştı bir kere, ne diye korksundu, çekinsindi. “Ben varım.” dedi.
Ancak muallime ne diye sesleneceğini bilemedi. Muallim “Ben varım öğretmenim.” diyeceksin dedi de Mustafa dilini zorla döndürerek “Peki, öğretmenim.” diyerek başladı söze: “Kılıboz Süleyman’ın torunu, Hamit’in ve Zeynep’in tek oğluyum. Adım Mustafa’dır. Babam Peygamberimize duyduğu sevgiden koymuştur Mustafa adını. Karaçayır köyündenim.” Mustafa’nın ardından tüm sınıf kendini tanıttı. En önde giden olmuştu işte Mustafa, göğsü gururla kabarmıştı, bir an önce eve varıp anasına babasına anlatmalıydı her şeyi. Nasıl da tanıtmıştı kendini öğretmene! Nasıl da örnek olmuştu arkadaşlarına! Öğretmen de çok iyi biriydi. Onu daha ilk günden sevmişti. Bunu da anlatmalıydı.
Gülendam’ın sırtında Eylül’ü, Ekim’i, Kasım’ı yolcu ettiler. Gölgeleri günden güne uzamaya başlamıştı artık mektep yolunda. Yazın kavrulan toprak, şimdi yüreğini soğutmayı bekliyordu.
Yine bir sabah kalktığında Hamit, Leylek Dağı’na beyaz bir tül serildiğini gördü. Kışın gelip çattığını muştuluyordu toprağa Leylek Dağı. Hamit, soğuk suyla yüzünü yıkarken yanı başında havlu tutup bekleyen Zeynep “Çetin geçmez inşallah.” diye mırıldanıverdi. “Amin” diye fısıldama sırası Hamit’teydi bu kez.
Duanın eksik olmadığı zamanlardı. Bir iki haftaya kalmadı beyaz gelinliğini giydi bozkırlar. “Zorlu hanım. Çok zorlu.” diyerek üstündeki karı kapı eşiğine döktü Hamit. Sımsıcak evinden içeri girdi. Zeynep, “Böyle soğuk, ben genç kız iken indiydi göklerden. Hatta Yavuz emmimin oğlu Hüseyin zemheride donup öldüydü. Askerden dönüyordu zavallı Hüseyin.” Mustafa, babasını da annesini de duyuyor, sobanın altında duran tezeklere öfkeyle bakıyordu. Mektep ne olacak diye düşünüyordu.
Derslerden geri mi kalacaktı. Okumayı söktü sökecekti işte. Herkesten öndeydi o. Babası sobanın yanına çökünce oğluyla göz göze geldi, halini anladı. “Oğul, Karaçayır’dan Çatalarmut’a değin yollar kapandı. Göz gözü görmez. Hele bir durulsun havalar. Yine düşeriz Gülendam’ın sırtında yollara.” Babasına “Tez buba, tez durulsun hava.” dedi ve dizlerine uzandı. Sobanın sıcaklığıyla içi geçti Mustafa’nın. Düş gördü. Düşünde Şehit Öğretmen Necmettin Yılmaz’ı gördü. Öğrenmişti şehit ne demekti.
“Şehitler ölmez. Şehitler, milleti için canını teslim edenlerdir. Ama ölmezler. Anadolu hep şehittir. Şehitler yatağıdır. Tarihimiz, kahramanlığımız, destanlarımız hep şehitlerindir. Şehitlik kutsaldır. Okulumuza ismini veren şehidimiz Necmettin öğretmeni öldürdüğünü sanan hainler var. Onlara siz aman vermeyeceksiniz.
Necmettin öğretmenin ölmediğini siz göstereceksiniz. Bu topraklar sizinle daima yeşerecek.” demişti Nazım öğretmeni. Şehitlerle ilgili aynı şeyleri babası da söylerdi. Kıbrıs, diye başlardı anlatmaya. Gözleri yaşlarla dolardı, şehit olamadım diye üzülürdü. Şimdi Mustafa’nın düşündeydi işte Şehit Necmettin öğretmen! Ansızın ona sarılma isteğiyle doldu taştı.
Koşmaya başladı. Koşarken yanında diğer arkadaşlarını gördü, onlar da koşuyordu. Ama hep en öndeydi kendisi. Dört koldan yıldırım gibi akıyorlardı ona doğru. Fakat koşu bir türlü nihayete ermiyordu. Sürekli engeller çıkıyordu karşılarına, üstünden sağından solundan bütün engelleri birer birer aşıyorlardı. Bir ara Leylek Dağı çıktı karşılarına.
Ardından birdenbire yükselmeye başladılar. Yükseldiler, yükseldiler, yükseldiler arşa varana dek. Orada birer yağmur tanesine dönüşüp arza yağmaya başladılar. İlk Necmettin öğretmen vardı toprağa. Sonra Mustafa, sonra diğerleri. Hepsi birer birer aktılar çatlamış, kızgın ve kuru toprağa. Topraktan binlerce filiz yeşerdi. Karaçayır’ın bozkırları hep yemyeşil oldular. Birden anasının sesini duydu Mustafa: “Haydi oğul, haydi kalk. Yerine var.” Mustafa sevinçle bağırıyordu: “Varacağım ana, yerime varacağım, ben de yerimi alacağım.” Anasının elini alnında hissedince birden uyandı. Düş bitmişti.
Sayıkladığı için, anası kendisine telaşlı gözlerle bakıyordu. Ancak bir şeyi yoktu Mustafa’nın. O, Necmettin öğretmenin kokusunu duyuyordu hâlâ. Ana babasından, arkadaşlarından duyduğu kokunun aynısıydı. Toprak kokuyordu Necmettin öğretmen. Mis gibi toprak. Kalktı, yerine vardı. Cırcır böceklerinin seslerinin artık işitilmez olduğu bir gecede, bambaşka bir hedefe uyanmak için tekrar uyudu. Sabah kalktığında babasına “Ben öğretmen olacağım.” dedi.
Zeynep de Hamit de sımsıcak gülümsediler oğulcuklarına. “Olursun elbet. Hem de en önde gideni… Elinde kalem, koltuğunun altında kitap… Takım elbisenin en gözelini giyersin, saçların taralı…” dediler ona. Ama Mustafa düşünde görmüştü nasıl olacağını. Onun gibi olacaktı. Öğrencileri dört bir yandan koşacaklardı yanına. Birer birer çekecekti içine, saçlarından toprak kokularını.
Sonra her birini birer yağmur damlasına dönüştürecekti Anadolu’nun kurumuş toprağına can versinler diye. Ama önce kendisi, onun gibi olacaktı. Mustafa, bir öğretmen olacaktı. “Onun gibi koltuğunun altında kitabı, takım elbisenin en güzelini giymiş. Saçları taralı…”
Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır
Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır.