Bir şehrin son çocukları yaşça küçük olanlar mıdır, kendini çocuk hissedenler midir, yoksa çocuk kalbi taşıyanlar mıdır? Bir ülkenin son çocukları olmak neyi ifade ediyor? Japon yazar Yoko Tawada, Tokyo’nun Son Çocukları adlı kitabında bu sorulardan hangisine cevap veriyor dersiniz. Yazarın çok katmanlı metninde birçok sorunun cevabı var. (Tokyo’nun Son Çocukları, Siren Yay, 2020)
Sözcükler, Hassas Çocuklar, Dünya Fikri…
“Sözcüklerin raf ömrü zaman geçtikçe daha da kısalıyordu.” Yoşiro bir yazar, resim yapmış bir ara, yabancı kelimeleri sevmediği ortada, bu kelime saplantısı romanın başından sonuna devam ediyor. Yazarın söylemek istediği bir şey var: “Nedendir bilmem yaptığım resimler hep yabancı ülke manzarası zannediliyordu.” Yoşiro (Mumei’nin Büyükdedesi) bu vurgularla nereye varmak istiyor. Yabancı kelimeler bir kuşatma mı? Hayatımızdan çıkıp giden sözcüklerin farkında mıyız?
İlk bölümlerde diyalogların işlevi tecrübe paylaşımı, iç dökme, eleştiri, taşı gediğine koyma. Bunların sayısı fazla değil fakat Tawada söylemek istediklerini farklı çevrelerden insanlara söyletmiş: bir fırıncı, bir öğretmen, yaşlı bir kadın…
Yoşiro biricik torunu Mumei’nin geleceği konusunda kaygılıdır. Romanın akışı içinde hayaller, semboller, geriye dönüşler hep onun zihninde canlanır. Bu hastalıklı kurgunun içinde verilen mesaj çocukları iyi bir geleceğin beklemediğidir. Mumei, bedeni zayıf, midesi hassas, dirençsiz bir çocuktur. Zekidir yalnız bu zekâ onu kurtuluşa götürmez.
Yoşiro bir döngü: geçmişi, şimdiyi geleceği birbirine katıp zamanın içinde ilerliyor. Bu ilerleyiş bir yıkım, bir sorgulama, bir hayal kırıklığı, bir sanrılar bütünü… Kıyaslamalar ve karşılaştırmalar bu yaşlı adamı daha da ümitsiz hale getiriyor.
Yoşiro bir kez olsun Hildegard’ı ziyarete Almanya’ya gitmek istedi, ama Japonya’yla dış dünyayı bağlayan hatların tamamı kopmuştu. Belki de bu nedenle, üzerinde yürüdüğü dünyanın yuvarlak olduğunu duyumsamıyordu artık. Bir ucundan diğerine seyahat edebileceği yuvarlak dünya fikri, artık sadece kafasının içindeydi… Dünyanın bir ucuna gitmek için tek yapabileceği zihnindeki kıvrımlı yolları takip etmekti. (s. 26). Çizilen tabloda birikmiş çöplerin kötü kokuları etrafa yayılıyor. Büyükdede, bu zihin fırtınasının içinde torunu Mumei’yi düşünür, her zamanki gibi, dişleri dökülmüş, midesi hassas, hiç çiçeğe dokunmamış, hayvanları tanımayan Mumei: bu çocuğun ismi yok. Kendi dilinde “adsız” anlamına gelen sözcük; zayıf bedeni, kırılgan yapısıyla var olmaya çalışan çocuğu daha da aşağılara çekiyor. Yoşiro, onun için bir şans.
Mumei hep Yoşiro’nun yanında evde, fırında, koşuda, hayallerinde. Bu hep böyle. Üzerine titrediği torununun zayıf yapısı yanında öne çıkan bir yanı ise bilgiçliği. Yoşiro, torununu şu cümle ile niteliyor: “Mumei, doğduğu günden beri esrarengiz bir bilgelik taşıyormuş gibi görünüyordu.” Torununda gördüğü bu özellik Yoşiro’yu düşündürüyordu. Çocuklara, torunlarına öğretecek ne vardı? Çok zeki çocukların bilmesi gerekenler listesi uzundu. Bizi düşündüren de bu tezat aslında.
Uzak Bir Zamanın Distopik Fotoğrafı:
Tawada’nın sözcüklerle yaptığı bu. Romanın her kişisi bu karmaşadan, kirlenmişlikten, düş saldırılarından nasibini alıyor. En çok da Memui gibi çocuklar.
Bir yere gelmiş bir ülkenin nefesinin tükenip, yorulduğunu fark etmesi: Çocuklarıyla, teknolojiyle, Tokyo’yla, Okinawa’yla, Hokkaido’yla yorulmuş bir ülke Japonya. Yoşiro, asırlık yaşıyla bildiklerini taşıyor. Zihni dolu; sözcükler kovulmuş; ekmek yabancı; çocukları (torunları) hassas, kırılgan dişleri dökülen bir nesil, portakal suyundan incinen bir nesil. Şaşıran, susan, yorgun Yoşiro; bir ülkenin analizine, eleştirisine, sözcülüğüne soyunmuş gibi anlatıyor bize. Yazarın büyükdedeyi romanın odağına alma sebebi belli: Gün görmüş, günler görmüş Yoşiro.
Yazarın Japonya eleştirisinde her şey ne kadar da güllük gülistanlık değil. Çürümüş bir nesnenin ağır kokusu ilk çocuk ciğerlerini parçalıyor. Burada ailelerin tercihi ne olmalıydı. Yoşiro’ya göre anlattıkları “gündüz düşleri” idi.
Yoşiro geriye döner, geride eşi, kızı, torunları ve bütün bu insanların hayat hikâyeleri vardır. Bu anlatımlar içinde “bebek arabası parkına” dönüşen kafeler ve kaldırımlar dikkat çekicidir. Burada sayılı mazeretlerin kuşaklar arası iletişime olan etkisini de görüyoruz. Paylaşma ve aynı ortamda yaşama yok. Bunun yerine ihmaller ve mazeretler var. Mumei’nin gittiği okulda anne-babasının yanında yetişen tek bir çocuk yoktur. Bundan dolayı çocuklar anne baba sözcüklerini kullanmaz.
Yonatani, bir öğretmen: gözetmen değil gözlemci: çizilen tablo şimdiden farksız bir sınıf ortamını gösteriyor. Doğru ve yanlış bildikleri ile okula gelen farklı karakterlerde öğrenci topluluğu. Kısa da olsa bir arada yaşama kültürü, topluluk becerilerini bu sınıf ortamında görebiliyoruz.
“Mumei zifiri karanlık boğazın derinliklerine düşüp kayboldu.” Yoko Tawada, içine her şeyi doldurduğu romanı Mumei’yi silerek bitirmeyi tercih etmiş. Çocuk anlatının gittikçe bulanıklaşan yapısı içinde karanlığa gömüldü. Zamanda geri dönüşler her şeyi anlatan bir yazar için kurtarıcı, Yazar çok parçalı eklentilerle akıcılığı bozdu. Her şeyi söylemeye çalıştı, çok şey de söyledi. Bu teknik bir yama. Okuyucunun sabrıyla alakalı…
Yoşiro, 115 yaşında hala hayatta… Mumei, 15 yaşında zifiri karanlık bir ülkede kayıp…
Kitaptan: Eşya Mezarlığı
Burası herkesin saygıyla ayrılmak istediği eşyasını serbestçe gömdüğü bir kamu mezarlığıydı. Gönülseler bile gözleri arkada kalmış olduğundan yeryüzüne geri gelmeye çalışan eşyalar da vardı. O gün yağmurlu havada basan ayakların hırpaladığı toprak yüzeyinde kırmızı doğan güneş amblemli beyaz bir bandana yarı yarıya dışarı çıkmış rüzgârla kıvranıyordu. (….) Başka bir yerde oyuncak bir ayı ayağı tersine çıkmıştı o da yeryüzüne dönmek istiyor olmalıydı. Mumei torağın altında gömülü eşyaları gözünde canlandırmaya çalıştı. İki parçaya ayrılıp bir kurbağa yavrusu gibi şekil almış bir bahçıvan makası, giyilmekten tabanı kâğıt kadar incelmiş bir ayakkabı, derisi yırtılmış bir davul, boşanmış bir çiftin evlilik yüzüğü, ucu bükülmüş bir dolmakalem, bir dünya haritası. Yoşiro, yarısına getirdiği bir romanın müsveddesini gömmeye gelmişti bir seferinde. (s. 34-35.)