İsmail Kaptan'a ve bekleyenlere…
Bir çocuk tanıyordum. Adı Osman. Mahallemizdeki diğer çocuklar ona Yetim Osman derlerdi. Ben Yetim ne demek bilmezdim. Bilmezdim çünkü o zamanlar daha çok küçüktüm. Sanırım on yaşlarındaydım. Babama “baba, yetim ne demek” demiştim. Babam “babası olmayana yetim denir; neden sordun ki” dediğinde “ne yani şimdi Osman’ın babası yok mu” diye şaşkınlıkla cevap vermiştim. Babam ise bana “Osman’ın babası İsmail, gemiciydi. Osman daha doğmadan önce babası İsmail Kaptan, fırtınalı ve yağmurlu bir günde denizde kayboldu” demişti. Demek Osman’ın babası gemiciydi ve kaybolmuştu denizde.
Mahallemiz, küçük bir sahil kasabasıydı. O zamanlar daha henüz mahallenin aşağısından otoyol geçmediği için sahilde taşlar yerine kumlar vardı. Evimiz, gündoğumu ve günbatımını rahatlıkla izleyebileceğimiz iki katlı güzel bir evdi. Güzel bir evdi; çünkü babam inşaat ustasıydı. Köyden göçüp geldiklerinde amcasının yanında işçi olarak çalışmış ve bu işi kısa sürede öğrenmiş. Daha sonra usta olunca, kendisi ev yapmaya başlamış. İşte şimdi oturduğumuz bu güzel evi de kendisi yapmış. “Ben o zamanlar” diye başlayan cümlelerinde önce çektiği sıkıntı ve yokluktan bahseder; sonra ise çok çalışıp çabaladığını, bu evi büyük zorluklarla yaptığını ve bu günlere geldiğini söylerdi babam.
Hatırladığıma göre; bir eylül sabahı uykudan uyanıp, denize nazır odamdaki yatağımdan kalkmıştım. Her zaman olduğu gibi o sabah da her şeyden önce, pencereden sahili ve denizi izlemiştim. Sahilde çocuklar kumların üzerinde oynuyorlardı. Ben de dayımın bana çam kabuğundan yaptığı traktörü ve römorku alıp sahilde kumların üzerinde oynamaya gitmiştim. Oyun oynayan bir sürü çocuk olmasına rağmen babamın bana söylediklerini hatırlayıp onlara “Osman nerede” diye sormuştum. İçlerinden biri “Yetim Osman ilerde kumculuk oynuyor” demişti. Biraz daha ilerleyip yanına vardığımda elindeki küçük bir gemiye kum doldurduğunu görmüştüm. “Osman beraber oynayalım mı” dediğimde “tamam, ben denizin içinden gemi ile kum çıkarayım, sana getireyim; sen de traktörünle şuraya taşı ve üst üste biriktir” demişti. Ve bu şekilde oynamıştık uzun bir süre. Bir ara, Osman’a “büyüyünce ne olacaksın” diye sormuştum. “Babam gibi ben de gemi kaptanı olacağım ve denizde yük taşıyacağım. Çocuklar büyüyünce babaları gibi olurlar; onların yaptığı işi yaparlar” demişti. O an karar vermiştim ve “ ben de inşaat mühendisi olacağım” demiştim Osman’a. Öyle ya benim babam da inşaat ustasıydı. "İnşaat ustasının oğlu inşaat mühendisi olur” demiştim. Ama “benim babam burada ev yapıyor; senin baban nerede kaptanlık yapıyor” dememiştim, diyememiştim. Birkaç saat böylece oynadıktan sonra gökyüzünde şimşekler çakmaya başlamıştı ve denizde fırtına çıkmıştı. Yağmur başlayınca diğer çocuklar gibi, ben ve Osman da hızlıca koşuşup ayrılmıştık sahilden, birbirimizden ve çocukluğumuzdan…
Aradan uzun zaman geçmişti. O gün orada konuştuğumuz gibi öyle de olmuştu aslında. Üniversitede, İnşaat Mühendisliği okumak için büyükşehire taşınmıştık. Orada iyi bir eğitim alıp aynı zamanda Mimarlık alanında da yan dal yapmıştım. Büyükşehirde iş imkânı çok olur mantığıyla orada kalmış ve hayata oradan devam etmiştim. Babam ise yaşlanıp emekli olunca tekrar büyükşehirden sahil kasabasındaki 'eve dön'müştü. Ve inzivaya çekilmişti. Her konuşmamızda hâl hatır sorduktan sonra benimle ne kadar gurur duyduğunu söylerdi.
Yine bir telefon görüşmemizde babam mahallenin aşağısından otoyol geçeceğini söyledi. Otoyol ile birlikte buraların hinterlandının büyüyeceğinden ve bir de yat limanının yapılacağından bahsetti. Hatta bu limanda gemisiyle beraber Osman Kaptan’ın da çalışacağından bahsedince, ben de bahsettiği Osman Kaptan’ın kim olduğunu sordum. Babam da “mahalleden biri” dedi. Kendisine de iş teklifi geldiğini söyleyen babam “benden geçti, ben yaşlandım; isterseniz oğlum yat limanının yapımında çalışabilir ama büyükşehirden buraya gelir mi bilmem” demiş. Kaptan Osman’ın, çocukluğumdaki Osman olma ihtimali beni heyecanlandırınca babama teklif gelirse mahalleye dönebileceğimi ve limanda çalışabileceğimi söyledim.
Görüşmeler yapıldıktan sonra, kısa bir süre içerisinde anlaşmaya varıp mahalleye döndüm. Buraya gelmeyeli uzun zaman olmuştu ve birçok şey değişmişti çocukluğumdan bu yana. Bu değişimlerin başında ise tabi ki otoyol yapımı ve benim de çalışacağım yat limanı inşaatı vardı. Eskisi gibi sahilin her yeri kumsal değil; kumlarla beraber otoyol yapımı için döşenen taşlar da vardı. Ama her ne olursa olsun yine çok güzeldi mahallemiz ve buraya yat limanı çok yakışacaktı.
Hasret giderme faslından sonra hemen sahildeki yat limanı şantiyesine gittim. Burada tahmin ettiğim gibi Osman Kaptan ile karşılaştım. Evet oydu. Çocukluğumdaki Osman. O da büyümüş ve kaptan olmuştu. Burada yat limanının şantiyesinde, yük gemisi ile denizden kum çıkaracağını ve şantiyeye taşıyacağını söylemişti. Konuşurken bir yandan da eliyle ilerde demirlenmiş gemisini gösteriyordu. Gözlerim bir anda geminin ismine takılmıştı: Yetim Osman. Sorup sormama arasında biraz çekinsem de yine de dayanamadım ve geminin isminin neden böyle olduğunu sordum. Osman Kaptan “Hala bekliyorum; ya bir haber gelir ya da kendi gelir diye.” dedi. Ağlamamaya çalıştım ama olmadı; gözlerimdeki yaşları görmesin diye ona sarıldım, çocukluk arkadaşım Osman’a. “O zaman beklemeye devam” dedim.
Çalışmaya başladık. İşler adım adım ilerliyordu. Teslim tarihine daha aylar vardı ama biz var gücümüzle çalışıyorduk, daha erken bitsin diye ya da daha erken gelsin diye… Yine bir sonbahar günü, fırtına ve yağmur çalışmaya engel oldu. Ben de bu engeli fırsata çevirdim ve sahile nazır odamın penceresindeki masanın başına geçip “Yetim Osman” hikâyesini yazmaya karar verdim:
“Bir çocuk tanıyordum. Adı Osman. Mahallemizdeki diğer çocuklar ona Yetim Osman…”