ÇİÇEKLERİN GÖLGESİNDE

Bazı insanlar önünü görebilmesi için çevresinde ne varsa ona tutunmak zorundadır. Yoksa yürüyemez, öylece kala kalır. Mesela Suzan abla var bizim mahallede. Konuşurken saçlarının kıvırcıklığı artar sanki. Bedeni ritmik hareketlerle sürekli uzar ve kısalır. Konuşmanın içeriğine göre bu değişir tabii.  Belini sağa sola döndürür, kalçası hafifçe titrer, bunları istemsizce ve öyle uyumlu şekilde yapar ki, en ufak bir yapmacıklık sezilmez. Elini leğen kemiğine yerleşti-rince cümlenin sonuna gelmiş demektir. 
Suzan abla, Tarık abinin onu zerre kadar sevmediğini görmez, belki de görmek istemez. Ama görmeyi reddetmek bir çeşit körlük değil midir zaten. İnsan görmek istemediklerinin de körü olabiliyor demek ki. 


Her ne hikmetse Suzan ablayla annemin arasında geçmeyecek bir soğukluk vardır. Birbirlerine yalandan gülümserler; günaydınlar, iyi akşamlar, bugün nasılsınlar, güzel görünüyorsunlar, çiçeklerin kokusu ta buralara kadar geliyorlar, havada uçuşur. Annem Suzan ablaya karşı hep mesafelidir. Aslında Suzan abla anneme yanaşmak ister ama pek karşılık bulamaz. Annemle yıldızları barışık değildir. Annem, Suzan abladan on yaş büyük. Suzan abla otuz yaşında.
Tarık abi boş arsa, karkas ev, icralı daire ne varsa kovalar. Bunun için sık sık şehir dışına çıkar. Eve ekmek getirmek zorundadır, ekmek genellikle şehrin dışında bulunur. Ekmek dediğin öyle kapının dibinde mi olurmuş canım, aksine evden çok uzaklardan getirilip sofraya konmalıdır ki kıymet bilinsin. Daha önceleri aslanın ağzında bildiğimiz ekmeğin, artık midesine indiğini cümbür cemaat kabullendiğimizden, evin reislerinin de geçim savaşını kazanmaları için her yolu mubah saymamız normaldir. 
Tarık abi eve gelmeden birkaç gün önce Suzan ablayı arar, ona bir şey istiyor musun diye sorunca, Suzan abla da ondan çiçek isterdi. Çiçeğin ismini cismini söyler, getirirken dikkatli olmasını tembihlerdi. Tarık abi ilk başlarda pek şikâyetçi olmasa da, her çiçeği bulup getirmesi zor olduğu için, “Ben sana parasını vereyim sen istediğin çiçeği sipariş et.” demeye başladı. 
Çiçek sevdası yüzünden Suzan ablanın evinde her nevi çiçekten bulunurdu. Evin salonu çi-çeklere göre tanzim edilmişti. Orta yerde küçük bir halı ve köşelerde iki küçük kanepe, bir televizyon sehpası ve televizyon, içinde beş on tane kitap olan küçük bir kitaplık ve bir de gümüşlük. Salon geniş olmasına rağmen pek eşya olduğu söylenemezdi. Evin iki de balkonu vardı. Balkonlar küçüktü ama yine de bazı çiçekleri balkona koymuştu. 


Peygamber kılıcı, Kalanşo, Afrika menekşesi, Barış çiçeği, Gloksinya, Guzmanya, Eşmaya, Menekşe, Kasımpatı, Fulya, Begonya, Anemon ve daha niceleri. Hepsinin huyunu suyunu öğrenmişti Suzan abla. Hangi çiçek ne zaman susar, bazı çiçekler dokunmaktan hoşlanmaz, bazılarıyla konuşmak gerekir, kimine uzun süre su vermezsen bile kolay kolay solmaz, öyle çiçeği de vardır ki bir gün sulama hemen boyun büker. İlgiye daha çok ihtiyacı olanı var, ilgi-sizliğe tahammül edeni var, güçlü olan var, zayıf olan var. Hepsini hatırında tutup her birine ayrı ayrı muamele gösterdiğini düşünürsek, Tarık abiyle olan münasebetini anlamak çok zor. 
Suzan ablanın insanlar dışında her varlıkla çok daha kolay anlaştığını düşünüyorum. Mesela bir televizyon programıyla çok iyi arkadaş olabilir. Sabahları Müge Anlı, akşamları da Esra Erol çok sevdiği arkadaşlarıdır. Onların Suzan abladan haberi var mıdır, bilinmez. Muhtemelen umurlarında değildir Suzan ablanın çiçekleri. O bu duruma aldırmaz, onları sadık bir şekilde programlarını asla kaçırmaz, onlar anlattıkça bazen sesli olarak bazen de içinden cümleler sarf eder. Öfkelenir sesini yükselttiği olur, bazen ise sessizliğe bürünür, o sırada gözlerinden yaşlar akıyordur. 
Tüm bunları nerden bildiğimi düşünebilirsiniz. Ben Suzan ablanın mahalledeki en iyi arkadaşı Aslı. Orta ikiye gidiyorum. Suzan ablanın söylemiyle onu en iyi ben anlıyormuşum. Yalan da değil. 


Suzan abla çiçeklerle konuşmayı öğretmeye çalışırdı bana. Ben bunun çok saçma olduğunu düşünürdüm:
 “Ne alakası var Suzan abla, şimdi çiçekler bizi nasıl duyacak.” 
“Öyle deme, onların da bir kalbi var.” 
İçimden, senin kalbin yok sanki Suzan abla, hani Tarık abi senin kalbinin farkında mı, bunu anlayabiliyor musun, diye soracak oluyorum, gözlerinin içine bakınca o parıltı başımı döndü-rüyor ve beni hemen yumuşatıyordu. 

“Bir insan kendini nasıl böyle insan dışı varlıklara adayabilir?” Bunun gerçek sebebi ne olabilir diye düşünmeden duramıyor, ama işin içinden çıkamıyordum. Hadi diyelim çiçekler güzel, programlar heyecan verici, örgü keyifli, evin dekorunu sürekli değiştirmek rahatlatıcı. Bunların hepsi tamam, ama bir insan nasıl yalnızlığına bu kadar sıkıca bağlı olabilirdi. Sevgiye ihtiyaç olmadığı anlamına gelebilir miydi bu? Belki o da Tarık abiyi sevmiyor, sadece günü kurtarmak için davranıyordu. Olamaz mıydı? 
Suzan ablanın da biraz takıntıları vardı sanki. Bu takıntılı halleri gittikçe şiddetleniyor gibiydi. Canı her sıkıldığında gidip çarşıdan bir çiçek satın alıyordu. Kocasından güç bela tırtıkladığı paraları gidip çiçeklere yatırırdı. Çiçeklere ve saksılara. Çiçeklerin suyunu, utanmazsa gram gram ölçecekti. Her gün internetten çiçeklerle ilgili saatlerce araştırma yapar, video izler ço-ğunlukla klorsuz su kullanır, bulamayınca da suyu önce kaynatır, ılımaya bırakır, ondan sonra çiçekleri sulardı. Üşenmeden bunları günü gününe yapardı. Bazen saksıların yerini değiştirir, kimini güneşin en yoğun sirayet ettiği yere yerleştirirken, bazılarını gölgeye koyardı. Bir gün benden Kasımpatıları sulamamı rica etmişti de çiçeğin yerini hemen bulamamıştım. Bazen de çiçeklerin yerlerini yadırgadığını söyler ve onları değiştirmekten kaçınırdı. 
Çiçeklerin dilinden anlayan bir insan nasıl olur da kocasının dilinden anlamazdı. Hep buna şaşırırdım. Anneme anlatmıştım bir gün, “anne” demiştim, o da hemen kulak kabartmıştı bana yine ne icat çıkardım diye, 


“Bana öyle geliyor ki, Tarık abi Suzan ablayı hiç sevmiyor.” 
“Nereden çıkarıyorsun bunları!” diye kızmıştı. Ben de bir daha bu konuyla ilgili ağzımı açıp tek kelam etmemiştim. Ama o kadar emindim ki bundan. Baktığında öyle şahit olduğum aman aman bir hadise de olmamıştı. Tek bildiğim Tarık abinin uzak yerlere gittiği ve eve çok nadir uğradığıydı. Bazen iki ayı buluyordu eve dönmesi. Hep şaşırıyordum, kişi sevdiği kadının yanında olmaz mı? Mesela ben evlendiğimde kocamın ekmek parası için uzaklara mı gitmesi gerekecek? Bunun orta yolu yok mudur? Madem hayat bu kadar zor, evlilik aynı zamanda ayrılmanın farklı bir hali olmuyor mu o zaman, ne diye insanlar birbirleriyle evleniyorlar o halde? Kafamda bu sorular dönüp duruyor, Suzan ablaya açılıp bu konuyla ilgili pek bir şey söylemiyordum.  Sadece Tarık abi ne zaman gelecek diye sorduğumda, haberim yok, gelme-den bir iki gün önce arar söyler diyordu bana. Çiçekleri sularken ki neşesi bir anda kayboluyor, sanki günlerce sulanmamış narin bir çiçeğin buruş buruş olan gövdesine dönüyordu. İşte Tarık abinin Suzan ablayı sevmediğini anladığım anlardan biri işte o suskunluk anlarıydı. Babamı küçük yaşta kaybettiğim için ki, ben yüzünü dahi hatırlamıyorum, sadece fotoğraflarından tanıyorum, babamın konusu geçince annemin yüzünde beliren o hüzün, Suzan ablanınkisine hiç benzemiyordu. Onunkisi çok daha farklıydı, anlamaya çalışıyordum ama onda çözemediğim başka şeyler var gibiydi. 


Tarık abi yine ekmek parasına gitmişti. Van’da bir tarla varmış, orası imara açılacakmış, çift-çinin bundan haberi yokmuş, çiftçi hemen satmak istiyormuş, sıkışmış, gidip onu ikna etmesi gerekiyormuş. Suzan ablanın söylediği bu. Tarık abinin bu kadar ayrıntılı anlatmasına şaşır-mıştım. Demek ki geri dönmesi gecikecek. Bu kadar cümle kurduğuna göre, uzun süre yokum anlamına geliyor olmalı.

Tahmin ettiğim gibi de oldu. Bir ay olmuştu ve Tarık abiden pek ses yoktu. Bu sefer Suzan abla hiç oralı olmuyor gibiydi. Neredeyse her gün evde çiçeklerle konuşuyor, onlarla meşgul oluyordu. Bir hafta önce evine uğradığımda salonda çiçek koyacak yer kalmamıştı neredeyse. Hâlâ çiçek almaya devam ediyordu. Merak ediyordum Suzan ablayı. Her gün telaşlı bir şekilde elinde bir saksı çiçekle geldiğini görüyordum. Hem eskisi kadar kendine de bakmıyor gibiydi. Belli ki bir derdi vardı ama neydi? Kapısını çalsam bana anlatır mı, diye düşünüyordum. Sevgi eksikliğinden mi bu hale geldi acaba. Ya çiçekler, onlar Suzan ablaya derman olamıyor muydu? Kendini çiçeklere adamıştı da çiçekler ona bir gün olsun karşılık vermiyor muydu? 

Ertesi sabah sabah gürültüyle uyandım. Pat, küt, güm gibi sesler. Pencerem açıktı, perdeye baktım. Toprak lekeleri vardı üzerinde. Pencerenin önüne geldim. Önce ne olduğunu anlaya-madım. Yukarıdan aşağıya saksıları nasıl fırlatıyor Suzan abla. Ama kendisi sus pus. Ne bir küfür ne bir haykırış ne de bir cinnet belirtisi. Salonun penceresinden hepsini teker teker so-kağa atıyordu. Toprak saksılar yerle temas eder etmez patlıyor ve içindeki topraklar etrafa saçılıyordu. Plastik saksılar genellikle çatlıyor bazıları da kırılmadan olduğu gibi kalıyordu. Teneke saksılar ise eğilip bükülüyor, topraklar içinden çıkabildiği kadar yere dökülüyordu. Ama istisnasız her çiçek daha yere inmeden rüzgârın etkisiyle zarar görüyordu. Penceremin önü toprak olmuştu, çiçeklerin yaprakları havada uçuşuyor, bazıları dans ede ede yere düşü-yordu. Ben hiç istifimi bozmadan, sanki günün birinde böyle bir sahneyle karşılaşacağımı hissediyormuş gibi manzarayı seyrediyordum. O sırada mahalleden çocuklar ve birkaç kadın sokağa doluşmaya başlamıştı. Bazıları kadın sonunda çıldırdı, olacağı buydu diyor, kimileri de Suzan ablaya acıyarak bakıyordu. Ben Suzan ablayı hiç böyle sinirli görmemiştim bu yüzden yanına da gitmek istemiyordum. Gökten çiçek yağıyordu ama saksılar yere güm diye iniyordu. Çiçekler hafif, toprak ağırdı.  
 


Etiketler:   

YORUMLAR

Ben robot değilim seçeneğini işaretleyin.

  • Henüz yorum yazılmadı