Neden sormuştu ki yolu? Hâlbuki gideceğini biliyordu, zaten gideceği kesin de değildi. İçinden bir ses “biraz daha yürürsem çaresiz gideceğim” diyordu. Mahallenin alt yoluna, o kazadan sonra pek az kullanılan yola, yaklaşmıştı. O gözlerinden kalbine doğru inen duyguya da bakılırsa yaklaşmıştı. Sokağı saran ağır bir koku vardı. Sanki tencereler dolusu soğan kavrulmuştu tüm evlerde. “Abartma” dedi, ayna karşısında kendine seslenir gibi. Soğansız yemek mi olurmuş? Soğan bir yemeğin başlıca malzemesidir, iyice kavrulması gerekir. Ee ne saçmalıyorum ben, dedi. En iyisi başka şeyler düşünmek. Duvarları simsiyah olmuş evlerle dolu sokak, hayli gürültülüydü. Az önce kovduğu düşüncelerin yerini sokağı detaylıca inceleme hevesi aldı.
Çocuğun biri, elinde bir kuru dal duvarlara sürte sürte yürüyordu. Öyle ses çıkarıyordu ki dişleri kamaştırıyordu.
Bu işi mütemadiyen yapması sanki hiç bitmeyecekmiş gibi geldiği için deli ediyordu onu. Şimdi çocuğa kızsa şu an sokakta görünmeyen ama nereden çıkacakları da belli olmayacak serseriler etrafını saracaktı, biliyordu bunu. Çünkü o hep tembih ederdi, onu her gelişinde uyarırdı. Aman sakın sokağa girince birine bir laf deme seni oradan kimse çıkaramaz ha! Bu sözün ciddiyeti kuru bir dal sesinden daha kuvvetli gelmişti muhtemelen. Döndü başka tarafa ve yola devam etti. Ne de olsa onu uyaracak biri kalmamıştı artık.
Köşedeki bakkal dükkânı henüz açılıyordu. Dükkân sahibi, bir demir sopa ile tuttuğu renkli topları özenle asıyordu yerine. Tabelayı okudu. Yeşil Yalı Market. Bakkal işte! Ne marketi, dedi içinden. Bakkalın sahibi güleç yüzlü biriydi. Cızırtılı eski televizyon sesini öyle bir açmıştı ki bu sefer de kulağı oraya takıldı. Buna sinirlenmedi. Soğan evet soğan kokusu beynini uyuşturmuştu adeta. Bundan sonra yemeklere soğan koymamaya karar verdi. Demek ki kitapların kokusu ondandı. Arada koklardı onları ve eskisi gibi kokmuyorlardı. Soğan! Her şeyin sorumlusu soğandı.
Bakkalın yan duvarında boydan boya "kimi alır kimi satar, hepsi de yan yana yatar." yazıyordu. Ne demek acaba? diye düşündü. Soğan kokusundan olsa gerek cevabını bulamadı. Aman neyse ne. Kim bilir kim demiş, bu sokakta yazılıysa soğan gibidir. Fazla düşününce midesi bulanır gibi oluyordu bu ara, o yüzden soğan gibi işte dedi geçti.
Bir gün olur devran döner, vade gelir yollar biter. Sahi vadeli hesapları ne durumdaydı? Hiç de anlamazdı bu işlerden. O söylerdi eskiden. Her şeyi sorduğu gibi para işlerini de ona sorardı. Şimdi ya? Bozdurmalı mıydı? Peki sonra ne yapmalıydı? Bundan böyle onsuz yürütecekti bu işleri de.
Karşı apartmanın duvarında yine bir yazı gördü. Bak şu dünya haline meyletme dünya malına. Bu sözü hatırladı. Ara ara duyardı ondan. Sahi, bu sokakta bir eskici vardı? Edebiyatı da severdi hani. Daktiloları satmazdı, habire biriktirirdi. Bunları düşünürken bir baktı meğer eskicinin önüne kadar gelmiş. Geçerken şöyle bir baktı, daktilolar tavandan sarkan eski lambalardan zor görünse de hala oradaydılar. İşte sarı daktilo da oradaydı. Elleriyle teslim etmişti. Ne de olsa artık kullanılmayacaktı. Yine o soğan kokusu geldi burnuna. Eskicinin üst üste yığdığı bir dergide şöyle yazıyordu. Ben annemi özleyince ekmek kızartır, soğan kavururum. Tiyatrocunun biri ile röportajda söylemişti. Yine mi soğan diye düşündü. Özlemek ve soğan… Fazla arabesk gelmişti bu cümle. Güldü!
Sonunda apartmanın kapısına gelmişti. Yukarıya doğru bakarken az önceki sopalı çocuk yerden bir taş aldı ve birden bir arabanın ön camına attı. Sonra ikinci taş, üçüncü… Bu sefer ona geldi taşın biri. Canı bir hayli sıkıldı. O olsaydı camdan uyarırdı çocuğu. Çocuk dinlerdi onu. Tıpkı herkesin dinlediği gibi. Onu herkes severdi, sayardı. İkinci katın ziline bastı, kapı açıldı, elinde ekmek koşturan bir çocuk çıktı aniden içeriden. Çocuğun rüzgârı ile hafif sağa savruldu ama girdi içeri sonunda. Sol omzu çantadan dolayı ağrımıştı, çantayı sağa aldı. Kulaklarında bir yanma hissetti. Dairelerden birinde Barış Manço çalıyordu. Diyar diyar dolaştım, ben yollara düştüm derdinden… İkinci kata gelmişti. Zile bastı, kapı açıldı ve içeri girdi. Üzerinde “Öğrencilerine!” yazan koliyi aldı. Kapıya yöneldi, soğan kokmayan mutfağın önünden geçti ve çıktı.
Markete girdi, gözü bir poşet aradı. Poşete uzandı küçük kasalarda duran sebzelerin yanına vardı. Bakkalın sahibi; Ben vereyim, ne istemiştiniz? dedi.
Soğan alacaktım, iki kilo, üç ya da hepsini…
Soğan yok maalesef, soğanlara bir hastalık sarmış diyorlar. Bir süre getiremeyecekler, az kalanı da eve götürdüm. Biz soğansız yemek yemeyiz!
O Söylerdi

Etiketler:
POPÜLER YAZILAR
-
Doç. Dr. Kürşat Arslan 3892 Eğitimde Yapay Zekâ: Sadece Tehditler
-
Cengiz AZMAN 2385 Unutulmayan Öğretmen Olmak
-
Burak Turgut 1824 Dilden Teknolojiye: Yapay Zekâ - Aydınlatan Işık, Kör Eden Karanlık
-
Hüseyin Can Coşkun 1749 Seyyah
-
Volkan Civelek 1552 Yapay Zekâ ve Tarih Dersi
-
Hüseyin Can Coşkun 881 Avrupa ve İrsi Narsisizm
-
Oğuz Çelik 591 Dijital Dünyada Eğitim Nasıl Şekillenecek?
-
Gözde Başaker 509 14 Mart Ayın Biri
-
Nermin Taylan 503 Alay İmamı Mustafa Memduh Özaktaş
-
Volkan Civelek 499 Müşkülpesent
-
Ömer Eski 495 Mesleki Gelişimi Anlamak
-
Sezgin Yıldırım 442 Ölümünün 20. Yılında Sevgi Şairi Halil Soyuer
-
Serdar Yazıcı 441 Son Hazerfen’in Aydınlığında: Thomas Young
-
Muhammet Çubuk 440 Kitlesel İletişim ve Popüler Kültür Üzerine…
-
Ubeydullah Öz 436 Hattın İki Ucu