Doktorun yazmış olduğu raporu aldı ve teşhis alanına baktı: Her şeye ve herkese yetebilme hastalığı. İlk defa böyle bir hastalık ismi duyuyordu şaşırdı. Elinde raporuyla şaşkınlığını üzerinden atamadan doktorun sesi ile kendine geldi: Endişelenmeyiniz uzun bir tedavi süreci sizi bekliyor. Oysaki birkaç saat öncesine kadar hayat ne güzeldi. Ne bir hastalığı vardı ne de uygulaması gereken bir tedavi süreci. Birden aklına Vincent Van Gogh’un sözü geldi: “İnsanları sevmekten daha sanatsal bir şey yoktur.” Şimdi ilk defa ismini duyduğu bu hastalık acaba bu sevgiye engel olacak mıydı?
Müşkülpesent, doktorun odasından çıkarken tahlil sırasında ekranda gördüğü isimleri hatırladı. Gambit, Yılgın Hoşgörü, Kırık Kurabiye ve Mizantrop. Evet, evet tahlil sırasında beklerken gördüğü simalar şimdi doktorun kapısında içeri girmek için sıra bekliyorlardı. Acaba onların hastalığı neydi? Tanımadığı insanların yanına gidip hastalıklarını soramazdı ki? Doktorun masasının üzerinde duran kitabın ayıracında ne yazıyordu? İnsan bir akşamüstü ansızın yorulur. Evet, kendisini tam da öyle hissetti. Sahi Attila İlhan nasıl da tarif etmişti bu duyguyu böyle?
Müşkülpesent, kendi halinde kitaplarla mutlu iken rutin bir kontrol sırasında tanışmıştı hastalığıyla. Her hafta yeni bir kitap alır, hikâyesini paylaşır ve ilk fırsatta kahve fincan takımının isminden esinlenip arslantepe köşesi adını verdiği dünyadan uzak köşesine çekilirdi. Kitapların altını üstünü çizmeyi yanına notlar almayı çok severdi. Kendisinden okuduğu kitapları ödünç isteyenlere vermeyi tercih etmezdi; çünkü altı üstü çizili, yanlara not alınan kısımlardan onun herkesten gizlediği duygusal yanının ortaya çıkmasından endişe ederdi. Bu sebeple bugüne kadar kaç kişiye kaç kitap hediye etti hatırlamıyordu bile. Ama fark ettiği bir şey vardı: Okudukça yalnızlaşıyordu; okudukça insanlardan uzaklaşıyordu. Zaten ismi gibi zor beğeniyordu hatta beğenmiyordu. Yine bilgisayarının başında yazıp yazıp silerken “Gerçeği istediğim kadar değil, göze alabildiğim kadar yazıyorum, yaşlandıkça biraz daha fazlasını göze alabiliyorum” diyen Montaigne’in sözü geldi aklına ve kendisine şu soruyu sordu: Henüz bir şeyleri göze alacak kadar yaşlanmadım mı acaba?
Gambit, sıranın kendisine gelmesini beklerken son kaybettiği oyundaki hatalarını zihninden geçiriyordu. Nasıl olmuştu da o hamleyi görememişti? En zoru da kaybettiğinde ayağa kalkıp yüzünde sahte bir tebessümle rakibin elini sıkıp tebrik etmekti. Gerçi kaybetmeyi gerçek hayatta öğrenmişti, satrançta oyun kaybetmek onun yanında neydi? Kendisine ısrarla sorulan nasılsın sorusunu: Acılar zamanla azalıyor ancak anılar var ya anılar onlar zamanla çok acıtıyor şeklinde yanıtlar olmuştu. Gambit’e göre her gönlün en uzun gecesi başka idi. Annesine ismini neden Gambit koyduğunu sorunca: Bir satranç oyuncusunun daha iyi bir konuma ulaşmak için bir veya birkaç taşı feda ettiği açılışa verilen isimdir diye açıklamıştı annesi ve eklemişti: Evlat hayat da satranca benzer ne zaman neyi feda edeceğini çok iyi bilmelisin. Bu konuşmayı yaptıktan kısa bir süre sonra annesini kaybetmişti.
Yılgın hoşgörü, randevu saati 10.00 yazıyor saat 10.30 oldu ama hala çağırmadınız beni diyerek doktorun sekreterine serzenişte bulundu. Alacağı hiçbir cevap onun beklemesinin karşılığı olmayacaktı. O yüzden hep muhatap olduğu şu cümleyi hatırladı: Ego ama haklı ego. Hayatının bir döneminde tüm çevresi ile arasının iyi olduğu zamanları hatırladı o zamanlar mutlu muydu değildi. Şimdi mutlu mu yine değil. Kendini yaşadığı çağa ait hissetmiyordu. Arkadaşlarının onu yavaşlattığını düşünüyordu. Sahi arkadaş, dost bu kavramlarının içi ne kadar dolu idi o da bir soru işareti. O yüzden teşrik-i mesai ifadesini daha yerinde buluyordu. Yaşamda sadelik düşüncede ihtişam bu sözü okuduktan sonra hayatını bu söz üzerine kurgulamıştı. Doktoru bir gün kendisine yalnız kalmak isteyen ama bunun için arkadaşa ihtiyaç duyan insanlar var demişti. Yılgın hoşgörü çok şaşırmıştı. Ben de çok kalabalık bir yalnızım diye içinden geçirmiş ama bunu doktoruyla paylaşmamıştı.
Kırık kurabiye, hastaneye her geldiğinde kendini yanındaki insanların konuştukları muhabbetlerin içinde buluyordu. Dilinin ucuna gelip söylemek istediği şeyler olsa da muhabbete dâhil olmak yerine susmayı tercih ediyordu. Şubat ayındaki kontrolünde yaşlı bir amcanın oğlu yanındaki arkadaşına: Bir bayram günü kabristan ziyaretine gitmiştik. Babam zorla yürüyebildiği için kabristanlığa gelememiş arabada kalmıştı. Eşim ve çocuklarla ziyaretten dönüşte babamın “ah sevdam o kadar ağırlaştım ki buraya kadar geldim ama yanına gelemiyorum” deyişini duyunca bizim kendisini duyduğumuzu anlamasın diye uzaklaşıp geldiğimizi anlasın diye ses çıkararak bizi fark etmesini sağlamıştık. İşte benim zaafım da buydu. Hikâyesine tanık olduğum her anı beni derinden etkiliyordu, üzüyordu. Zaten bu duygusallığım ve gün içinde yaşadıklarım ve sonrasında sulu gözlülüğüm sebebiyle kırık kurabiye olmamış mıydım?
Mizantrop, sıranın kendisinde olmasına rağmen tahlil sonucu göstereceğim deyip içeriye giren hastalara hoşnutsuz, güvensiz ve hafif nefret dolu bakışlarla baksa da onlarla münakaşaya girecek enerjiyi kendinde bulamıyordu. Sahi üç tip insan yok muydu: Kurbanlar, Kurtarıcılar ve Yargılayıcılar. Kendini bildi bileli hep önce kurtarıcı oluyor sonrasında kurbana dönüşüyordu ve en yakın arkadaşının şu sözünü hatırlıyordu: İnsanlar için ne yaparsan yap, yaptıklarınla değil yapamadıklarınla anılacaksın. Çok mu ince düşünüyordu? Belki de hastalığı detaylarda boğulmaktı. Dizi ve film izlerken bile izleme hızını 1.5x hızına çıkarıyordu. Hastalığını öğrenene kadar en sevdiği atölye gastronomi atölyesiydi. Bir zamanlar gastronomi alanında atölye lideri iken şimdi kısıtlı katılımcı seviyesine düşmüştü. Kafasında başka başka atölyeler de vardı: D vitamini atölyesi, Arzuhal atölyesi, Martin Eden atölyesi…
Doktor, tüm hastaların tahlil ve tenkitlerini yaptıktan sonra sekterine bir kâğıt uzattı ve bu kâğıttaki hastalarımın hepsini aynı anda çağırmanı istiyorum dedi. Kâğıtta yazan isimler: Müşkülpesent, Gambit, Yılgın Hoşgörü, Kırık Kurabiye ve Mizantrop’tu. Sekreter tek tek isimlerini okuyarak hastaları içeriye davet etti.
Doktor sözlerine: Bizi üzen insanlar değil o insanlara yüklediğimiz anlamlar, diyerek başladı. Sizleri bir arada görmek istedim çünkü sizler birbirinize iyi geleceksiniz. Ekip olarak birlikte bu hastalıkların üstesinden geleceğiz. Şimdi hastalıklarınız ve tedavilerimiz üzerine konuşacağız.
Müşkülpesent: Herkese ve her şeye yetebilme.
Gambit: Feda kaygısı
Yılgın Hoşgörü: Tahammülsüzlük
Kırık Kurabiye: Duygusal çöküntü
Mizantrop: Güvensizlik
Bu hastalıklar bizim yaşamamıza engel değil, sadece onların hayatımızın içinde var olduklarını kabullenip onlarla yaşamayı öğreneceğiz. Aslında bu çağda en büyük eksiklik sevgi ve iletişimsizlik diye ekledi doktor. İlk görevinizi veriyorum evinizde her an gözünüzün önünde olacak şekilde Dr. Gabor Mate’nin “Bağ kurmak önemli bir ihtiyaçtır. Bizim bağ kurmaya ait olmaya, sevilmeye ve sevmeye ihtiyacımız var” sözünü asmanızı istiyorum dedi. Müşkülpesent, Gambit, Yılgın Hoşgörü, Kırık Kurabiye ve Mizantrop bir şey söyleyecek gibi olsa da doktor itiraz istemiyorum dedi. Sizler geçmişe gidip yeni bir başlangıç yapamazsınız ama bugünden başlayarak iş birliği içinde ekip olarak yeni bir başlangıç yapabilirsiniz. Bunu yaparken tek şartımız, mutluluğumuz bize yetmeli ve başkalarının mutsuzluğuna talip olmamalıyız. Söz mü diye sordu: odadaki hastalar doktorun kararlılığını görünce istemeyerek de olsa tamam anlamında kafa salladı.
Doktor, şimdi sizlere bir fotoğraf göstereceğim sonra gözlerinizi kapatacaksınız, gözlerinizi açın dediğimde aklınıza ilk gelen cümleyi söyleyeceksiniz. Sekreter odanın ışığını kapattı ve fotoğraf projeksiyondan duvara yansıdı. Doktor şimdi gözlerinizi kapatabilirsiniz dedi. Birkaç dakika sonra doktor gözlerinizi açabilirsiniz ve cümlelerinizi söyleyebilirsiniz dedi.
Müşkülpesent: Gerçek iş birliği, her sesi duymakla başlar.
Gambit: İletişim kuramayan, iş birliği yapamaz.
Yılgın Hoşgörü: Rekabet kazanmak için, iş birliği başarmak içindir.
Kırık Kurabiye: Başarı, iş birliğinde filizlenir, rekabette değil.
Mizantrop: Rekabet sınır koyar, iş birliği sınırları kaldırır.
Doktor ayağa kalkarak hepinizi yürek dolusu tebrik ediyorum dedi. Doktor önündeki ajandasını açtı ve “herkes kazandığında, dünya daha güzel olur” sözünü o günün tarihi ile not etti. Müşkülpesent, Gambit, Yılgın Hoşgörü, Kırık Kurabiye ve Mizantrop üç ay sonra kontrolde görüşmek üzere doktora teşekkür ederek odadan ayrıldı.
En zoru da insanın kendi rolünü oynamasıdır hayatta. Kendi içimizdeki uçsuz bucaksızlığı algılayamadığımızdan bir görsele ihtiyacımız vardır belki de dünyamızın güzelleşmesi (sevgi, iş birliği, yardımlaşma) için…
Müşkülpesent

Etiketler:
POPÜLER YAZILAR
-
Doç. Dr. Kürşat Arslan 3890 Eğitimde Yapay Zekâ: Sadece Tehditler
-
Cengiz AZMAN 2385 Unutulmayan Öğretmen Olmak
-
Burak Turgut 1824 Dilden Teknolojiye: Yapay Zekâ - Aydınlatan Işık, Kör Eden Karanlık
-
Hüseyin Can Coşkun 1749 Seyyah
-
Volkan Civelek 1552 Yapay Zekâ ve Tarih Dersi
-
Hüseyin Can Coşkun 880 Avrupa ve İrsi Narsisizm
-
Oğuz Çelik 591 Dijital Dünyada Eğitim Nasıl Şekillenecek?
-
Gözde Başaker 509 14 Mart Ayın Biri
-
Nermin Taylan 503 Alay İmamı Mustafa Memduh Özaktaş
-
Volkan Civelek 498 Müşkülpesent
-
Ömer Eski 495 Mesleki Gelişimi Anlamak
-
Sezgin Yıldırım 442 Ölümünün 20. Yılında Sevgi Şairi Halil Soyuer
-
Serdar Yazıcı 441 Son Hazerfen’in Aydınlığında: Thomas Young
-
Muhammet Çubuk 440 Kitlesel İletişim ve Popüler Kültür Üzerine…
-
Ubeydullah Öz 436 Hattın İki Ucu