TDK Sözlüğü yurt ve vatan kelimelerini birbirine eş anlamlı kılıyor. Bir anlamda lügat diliyle konuşacak olursak ‘Yurt: Bkz, vatan’ durumu… Hakikatte öyle mi peki?
Literatürde eş anlamlı gibi gözüken kelimelerin hiçbirinin eş anlamlı olmadığını düşünüyorum. Hiçbir kelime hiçbir kelimenin yerini tutmakla vazifeli değildir kanaatimce. Çünkü kelimeler bizim onlara üflediğimiz hava ile anlam zırhına bürünebilir ancak. Biz tekellüm etmediğimiz sürece bütün kelimeler istisnasız, bir taştan farklı değildir. Sadece, bizim dilimizde kaim olmadıkları sürece birbirinin eş anlamlısıdır dünya üzerindeki bütün kelimeler. Bizim dilimize düştükten sonra hiçbiri birbirine eş anlam bağıyla bağlanamaz. Fayda ve Yarar kelimelerinin birbirlerinin yerine rahatlıkla kullanabileceğini kim bana yüzde yüz surette ispat ederse, bu sözlerimi yeniden gözden geçirebilirim belki. Kaldı ki fayda ve yarar gibi birçok dilbilimcinin ittifak edebileceği iki kelime üzerinde bunları düşünüyorken, mesela öğrenci ve talebe gibi daha nice çetrefilli kelimede beni ikna etmek sanırım imkânsız olacaktır.
Kader ile keder arasındaki o ince çizgi (belki de çizgi yoktur) bu iki kelimenin neredeyse tamamına yakınının aynı harflerle yazılıyor olmasından ve kulağımıza yine neredeyse birbirinin aynı bir ses birikimiyle girmesinden mütevellit değil elbette. Dünyanın ve insanın dörtte üçü su ile doludur der bilmekten türetilen bilgi. Kader’in de dörtte üçünden çok fazlası kederden mürekkeptir. Türkiye’nin neresine giderseniz gidin ister sahil şeridine ister dağ başlarına, içimizi yakan bir encama sürüklenen birinin ardından “kaderi böyleymiş” derler. Bu söze, bizi sonsuz bir sevince gark eden hiçbir hadiseden sonra şahitlik etmedim. Biliyoruz ki bu durum, Saraybosna’da da Üsküp’te de Halep’te de Bağdat’ta da böyledir.
Ulus devlet inşa sürecinin bir parçası olan Dil Devrimi ya da Harf İnkılâbı’na karşı zaman içinde yükselen Müslüman tepki kelimelerin eş anlamlılık bağı üzerinde de kesif şekilde hissedilmiştir. Bu süreçte dilimizde çok kullanılmayan, dilimize sonradan dâhil edilen kelimeler, Arapça ve Farsça kökenli ama Türkçeleşen kelimelere bir eş anlam bağıyla bağlanmıştır. Elbette öncelikli amaç, dilde yer bulan Arapça ve Farsça kelimeleri dilden söküp atmaktı. Burada bahse konu ettiğimiz şey misal oturgaçlı götürgeç gibi hiçbir mesnedi olmayan uydurukça kelimeler değil, mesela yaşam gibi hayat kelimesinin yerine konuşlandırılan kelimeler. Ya da kelime yerine tasvip ve tavsiye edilen sözcük gibi kelimeler… Şüphesiz ki, yaşam ya da sözcük kelimeleri oturgaçlı götürgeç gibi bir ucubeyi barındırmıyor. Aksine son derece kullanışlı, dile zenginlik katacak kelimeler. Sözcükler de diyebilirdim buna. Türkiye’nin omurgasını oluşturan mütedeyyin cenah, zaman içinde Dil Devrimi’ne ya da Harf İnkılâbı’na karşı topyekûn bir refleks geliştirirken, maalesef ‘örnek’lerini çoğaltabileceğimiz yaşam ve sözcük gibi kelimelere karşı da aynı refleksi gösterdi. Oysa dil dediğimiz evren, kendi içinde kapalı bir kutu olmamıştır hiçbir zaman. Bugün dünya üzerinde varlığını sürdüren bütün diller birbirlerinden kelime alışverişinde bulunmuş birer canlı organizmadır. Türkçe yüzyıllar içindeki tekâmülünü, komşu dillerden devşirdiği güzelliklere borçlu değil mi zaten? Türkçeyi koruma güdüsüyle yapılan, yaşam ve sözcük kelimeleri üzerinden görünür kılmaya çalıştığım bu gereksiz tepki, asıl tepkinin yönünü de kaçırmamıza yol açmıştır. Evet, dilimiz bir bozguna uğratılmıştır ama bu bozgun, gündelik yaşamda kullanmaya başladığımız yeni kelimeler eliyle değil, yüzyıllardır kullanıyor olduğumuz Arapça ve Farsça kökenli olan fakat zaman içinde Türkçeleşmiş kelimelerin kullanımdan sökülüp atılmasıyla olmuştur.
Bu bağlamda zikrettiğim gereksiz tepkiden nasibini alan bir başka kelime de şüphesiz öykü kelimesi olmuştur. Hikâye kelimesi ile eş anlamlı ve eş zamanlı kullanılan öykü kelimesi de hikâye kelimesinin eş anlamlısı değil. Öyküden murat edilen ile hikâyeden murat edilen şey farklıdır kanımca. Öyküye karşı vücut bulan tepki, hikâye kelimesindeki İslâmi ögenin yok ediliyor oluşuyla birlikte okuna gelmiştir. Mesela Mustafa Kutlu asla öykü demez. Hep hikâye der. Ama bana kalırsa Kutlu’nun ilk dönem yazdıkları öykü iken, Uzun Hikâye ile birlikte hikâyeye evrilmiştir Kutlu. Bu öykü ve hikâye ayırımını yaparken elimde herhangi bir teknik ölçü yok. Tamamen hislerle kelimelere yaptığım bir vurgu bu. Her şey bir yana kelimelere İslâmi kimlik yüklemek, başlı başına İslâm’a yapılan bir haksızlıktır diye düşünüyorum. Arapça ve Farsça kökenli olup da Türkçeleşmiş kelimler başımızın tacı elbette. Bu tür kelimeler ile konuşan, düşünen insanın bir adım önde olduğu da kabul ettiğimiz bir hakikat. Fakat dilin zenginliğinin, insanı daha çok düşünmeye sevk ettiğini bildiğimiz ve bulduğumuz bir atmosferde, kelimeleri etimolojik anlamda bir ayırıma tabi tutup, onlara birer ideolojik gömlek giydirmek ne kadar akıllıca, bunu pek kabul edemiyorum doğrusu. Müslüman cenahın, ulus devlet inşasında elitlerin yüzyıllar içinde oluşmuş Türkçemize karşı gösterdikleri refleksi, son yüzyılda kullanılmaya başlayan ama kanımca hiçbir zararı olmayan, olmayacak olan kelimelere (sözcüklere) göstermesi aynı şey değil mi?
Bu tür tepkilerin odağında Türkçemizi korumak güdüsü olduğu kesin. Fakat Türkçeyi korumak hep aynı örnekler (misaller değil) üzerinde dönüp dursam da, yaşam, sözcük gibi kelimelerin (sözcüklerin) dilden tasfiyesi ile değil, gençlerin dilinde bolca yer bulan okey, cool gibi tamamen yabancı kaynaklı kelimelerin dile yerleşmesine imkân tanımamakla olur. Dilimize gelip yerleşme işlemini tamama erdiren vizyon gibi, pratik gibi saymaya devam edebileceğimiz kelimeler ile uğraşmaktansa, gençlerimizin bugün dört başı mamur üç cümleyi peş peşe kuramıyor olmasıyla ilgilensek hiç de fena olmayacak. Bugün öğretim kademesindeki hiçbir talebe ister öz Türkçe olsun ister İslami kaynaklı olsun ister Batı menşeili olsun, cümle kurma yeteneğini haiz değiller. Konuşamıyorlar, yazamıyorlar. Bunun sebebini de dilin bir kuşa çevrilmesi olarak görenler çıkacaktır. Ama mesele tam olarak o değil kanımca. Bu gençler, isterse Ferit Develioğlu’nun lûgatını ezber etsinler, isterse çok iyi derecede yabancı dil bilsinler, ne olursa olsun cümle kurmak istemiyorlar. Kestirmeden meramlarını anlatıp, çoğu zaman işaret diliyle dertlerini söyleyip bir kenara çekiliyorlar. Kısaca dil zevkinden mahrum olmak diye özetleyebileceğimiz bu sendromu da gelip de Harf İnkılâbı’na ya da Dil Devrimi’ne bağlamak kolaylığı serdetmemek gerekiyor diye düşünüyorum. Derinlerde bir sorun var. Ve buna sorun değil mesele demek işleri çözmüyor maalesef. Artık bunu görmemiz gerekiyor. Türkçenin yok olma tehlikesi yok. Türkler yeryüzünde olduğu müddetçe, kâh geriye götürüp kâh ileri götürerek Türkçeyi idame ettirecektir. Ve fakat az evvel bahsettiğim konuşamama, yazamama, cümle kuramama tehlikesi önümüzde bir dağ gibi duruyor. Yazılarımızda kullandığımız, Türkçeye bu yüzyılda dâhil olan ve hiç zararı olmayan alternatif kelimelerle uğraşmaktansa, bahsettiğim bu mesele ile uğraşmak daha faydalı olacaktır. Misalen ben az evvelki cümle içinde hem alternatif’i hem mesele’yi kullandım. Dilin zenginliğinden yanayım çünkü… Alternatif kelimesi dilimize girip yerleşeli epey zaman oldu zira. Bu saatten sonra onu söküp atmamız kolay olmayacak. Hem onu söküp atmaya da gerek yok. Kalsın. Dediğim gibi meselemiz daha derinlerde. Okey gibi, cool gibi kelimeleri kullanıp ya da tamam gibi rahat gibi kelimeleri kullanıp hiçbir şey anlatamamak ana meselemiz.
Dilimize Arapçadan, Farsçadan ilk kelimeler girmeye başladığında dönemin entelektüel tepkisi ne olmuştu ya da onlar da yüzyıllardır kullandığımız Uzak Asya sözcükleri yok oluyor diye feveran etmişler miydi bilmem. Dilimiz her ne kadar İslâm ile kendini bulmuş ve zirveye ermişse de yaşam ve sözcük gibi İslami kaynaklı olmayan ama dile bir zenginlik de katacak olan kelimelere karşı gaddar olmamalıyız diye düşünüyorum. Yine aynı şekilde Batı dillerinden temellük ettiğimiz ve artistlik dışında kullanılan kültürel, bilimsel, sportif bazlı kelimelere de aynı müşfik sabrı gösterebilmeliyiz.
Dilin oluşumunda ana etken, üretebilme yeteneğidir. Bir şeyi üretebiliyorsanız onun isim hakkı da sizde olur. Bu üretme kısmında ağırlık teknolojik yoğunluk, felsefe ve düşünce üretimidir. Biz işe başlangıç noktasından değil de bitiş noktasından baktığımız için doğrudan Türkçeyi yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmak manifestosuna sarılıyoruz. Unutmayalım ki, dilimizi bir kuşdiline çeviren ulus devlet projesi de dili yabancı dillerin tasallutundan kurtarmak vazifesiyle işe sarılmıştı. Düşünce ve felsefe dil ile üretilir, dil düşünce ve felsefe üretmez diyenler çıkacaktır belki. Bin yıllık dil birikimimiz orada duruyor. Her ne kadar akamete uğratılmış olsa da tamamen yok edilip silinemedi. Biz o dile sarılıp tekrar bir düşünce üretebilirsek, tavuk mu yumurtadan çıkar yumurta mı tavuktan meselini de aydınlığa kavuştururuz belki.