Gecikmenin Mahcubiyeti Bekleyişin Ağırlığı

“Zaman, vakit” anlamına gelen Farsça kökenli “rüzgâr” kelimesi, yıllar içinde Türkçeleşmiş ve herkesin malumu olduğu üzere 'yel', 'esinti' anlamlarını kazanmıştır. İki farklı anlamı bu kadar uyumlu başka bir kelime var mı, doğrusu bilmiyorum. Her ne kadar kelime, günümüzde yalnızca “yel, esinti” anlamında kullanılsa da eski anlamıyla olan bağı hâlâ derin bir şekilde hissedilir. Ömür tasvir edilirken veya gençlikten bahsedilirken rüzgâr kelimesinin kullanılması bu derin bağın hoş bir misâlidir.

Dakiklik erdem midir? Ömrümüz rüzgâr gibi geçerken, vakit bu kadar kıymetliyken elbette bir erdemdir. Çünkü dakiklik, bireyin hem kendisine hem de çevresindekilere olan saygısını yansıtır. Okula, işe, toplantıya, görüşmeye, konferansa vaktinde yetişmek karşı tarafa verilen önemin göstergesidir. Geç kalmanın verdiği stres ve mahcubiyet ise işin bir başka boyutu. Öte yandan, dakikliğin bir erdem olup olmadığını sorgularken bunun her zaman koşulsuz bir zorunluluk olmadığını da hatırlamak gerekir. İnsanız, bazen esnekliğe ihtiyaç duyarız veya bizim kontrolümüz dışında gecikmeler yaşanabilir.

Meseleye bir de suyun karşı tarafından bakalım: Beklemek veya bekletilmek... Beklemek, ince bir ipte yürümek gibi; her adımda sabır taşını çatlatan bir tedirginlik, her durakta tükenmeyen bir iç çekiş. Bekletilmek ise insanın kendi zamanını başkasının ellerine teslim ettiği, bu teslimiyetin karşılığında gelen sessiz bir huzursuzluktur. İnsanı görünmez bir kafese hapseden bu anlar, hem zamana hem de kendine karşı bir sınavdır. Zaman akar ama duygular yerinde sayar. İşte bu, beklemenin gerçek ağırlığıdır. Böyle durumlarda kendime hep şu soruyu sorarım: “Vaktimizin bir başka insanın vaktinden daha değerli olduğunu düşünmemize sebep olan nedir?”

Vakit konusundaki hassasiyet sadece bireysel bir özellik değil, aynı zamanda toplumsal düzenin temel taşlarından biridir. Bir toplumun zamanı nasıl yönettiği, aslında onun ne kadar planlı, düzenli ve birbirine saygılı bir yapıya sahip olduğunu gösterir. Hep duyarız, filanca ülkelerde otobüsler, dolmuşlar tam vaktinde kalkar ve tam vaktinde olması gereken durağa gelir. İnsanlar günlük planlarını, toplumun bu dakik işleyişine göre şekillendirir. Bu düzen, bireylerin hayatını kolaylaştırdığı gibi topluma da güven hissi kazandırır.

Ne yazık ki, bu duyduklarımız bir efsaneden ibaret değil; gerçekten de dünyanın bazı yerlerinde dakiklik, bir yaşam biçimi haline gelmiştir. Böyle bir sistemde, bireyler kendi zamanlarına gösterdikleri özen kadar başkalarının zamanına da saygı duyar. İşte bu yüzden, dakik toplumlar sadece zamanı iyi yönetmekle kalmaz, aynı zamanda birbirlerine karşı duyduğu güveni ve uyumu güçlendirir. Bu hassasiyetin eksik olduğu yerlerde ise zaman, genellikle karmaşa ve belirsizlik içinde kaybolur.

Rivayete göre Napolyon Bonapart, zamanın önemine dair şu ünlü sözünü sıkça tekrarlarmış: "Ben dakik bir adam değilim, hep beş dakika önce gelirim.” Yine Mevlânâ Celaleddin Rûmî’nin derslere sürekli geç kalan öğrencisine verdiği öğütler pek meşhurdur. Bunlara benzer, vaktinde yetişmeye yahut bekletilmeye dair misaller, menkıbeler bir hayli fazla. Ancak bu yazıya vesile olan derdimizle çelişmeden sözü kısa tutmak en doğrusu. 

Küçük bir not: Napolyon Bonapart, gerçekten de dakik değildi. Onun Waterloo Savaşı’nda planlanan saldırıyı birkaç saat ertelemesi İngiliz ordusunun müttefiklerinin savaş alanına zamanında ulaşmasına fırsat tanımış ve bu birkaç saatlik gecikme Napolyon’un büyük bir hezimete uğramasına sebep olmuştur.
 


Etiketler:   

YORUMLAR

Ben robot değilim seçeneğini işaretleyin.

  • Henüz yorum yazılmadı