Geleceği ona daha en başından o kadar netameli görünmüştü ki, bugününden hiçbir zaman tam olarak emin olamıyordu yaşlı annesi. Onun gözünde hiçbir zaman ayakta duramayacak ve hiçbir konuda dikiş tutturamayacak oğluydu. Kötü bir öğrenci olduğunu düşünüyordu. Öğrenciliğinde her akşam eve dönüşte okulda peşinden gelirdi. Karnesi öğretmenlerinin uyarı ve eleştirileriyle dolu olurdu. Eğer sınıf sonuncusu değilse, sondan bir önceki olurdu.
Anladın mı? Sorularına sürekli maruz kalmak… Kafasının almaması durumu öyle bir hale gelmişti ki, babası tarafından yirmi yılda alfabeyi çözebileceği bile söyleniyordu. Tembelliği, anlama kabiliyeti evlerinde yıllarca bir sohbet konusu olmuştu. Şahsen evlerindeki köpeğin bile kendisinden daha hızlı anladığı sonucuna varmıştı.
Sahi! Pennac’ın tembelliği nereden geliyordu? Sevgi dolu, çatışmasız, devlet burjuvazisinden bir aileden gelen, çevresinde sorumluluk sahibi, derslerinde kendisine yardımcı yetişkinler olan bir çocuktu… Eğitimli bir baba, ev kadını bir anne; boşanma yok, alkolik yok, karakter bozukluğu yok, kalıtımsal kusurlar yok. Dengeli bir aile düzeni, sağlıklı beslenme, güzel bir kütüphane ve çağa uygun kültürlü masa sohbetleri. Bütün bunlara rağmen tembel tenekenin tekiydi işte. Tarihî temelleri ya da sosyolojik bir nedeni olmadan, kendine özgü bir tembel. Bir prototip. Aslında okul hayatının temel sorunu korkuydu, ona ket vuran kilidiydi. Öğretmen olmasındaki en büyük neden, onun gibi öğrencilerin kilidini kırarak onlara faydalı olmaktı.
Ne kadar tembel olsa da ön yargıları olmayan, öğretmenleri tarafından neşeli olmakla suçlanan bir öğrenci… Derslerdeki zayıflığa bir de küstahlık eklemekti bu. Bir tembelin gösterebileceği en basit terbiye kuralı, uslu durmaktı.
Öğretmenlerden takdir görmek için yapmadığı yalakalık kalmamıştı. Bu nedenle uzlaşmaya açıktı her zaman. Bir süre sonra bu durum onda bir utanç kaynağı olmaya başladı ve uzun bir süre boyunca bunu peşinde sürüklemek zorunda kalmıştı. İlk yenilgisinden itibaren, nefret duygusu ve şefkate duyduğu özlem benliğini ele geçirmişti. Bu yüzdendir ki yetişkinlerinin sevgisini kazanmak ve dikkatlerini çekmek için ailesine ait kasadan hırsızlık yapmıştı. Bu olayın Pennac yönünden üç sonucu olmuştu: Annesinin dünyaya bir kasa hırsızı getirdiğine inanması ve bunun üzerine yatılı okula verilmesi, bir daha ömrünün sonuna kadar hiçbir şey aşıramaması.
Üzerinde dersini anlamayan ve ondan başka herkesin anladığı bir dünyada kaybolmuş bir öğrencinin yalnızlığı ve utancı vardı. Onu kurtarmış olan -ve ondan bir öğretmen çıkarmış olan- öğretmenler bunun eğitimini almamışlardı. Yazar’a göre okul hayatındaki aksaklığın kaynağı ile ilgilenmemişlerdi. Sebeplerini aramakla da ona vaaz vermekle de zaman kaybetmemişlerdi. Sonunda onu bulunduğu kuyudan çekip çıkardıklarında, öğretmenlerine hayatını borçlu olduğunu anlamıştı.
Yukarıda yaşanmışlıkların sonucu olarak şaşkın, çocuklarının raydan çıkmasından dolayı perişan olmuş, suçu evlilikteki felaketlerine bağlayıp bu etkileri gündeme getiren, bütün öğretmenlerin bir olup çocuğuna taktığını düşünen anne babalar vardır. Bunu kişisel bir mesele haline getirmeyen fakat toplumun dağılmasına, eğitim kurumlarının çöküşüne, hayallerindekilerle örtüşmeyen gerçeklere veryansın eden anne babalar vardır…
Çocuğuna kızan: hiçbir şeyi eksik değilken, hiçbir şey beceremeyen şu çocuklar… Yıl boyunca tek bir öğretmenle bile görüşmeyip hepsine karşı çıkan anne babalar vardır… Telefon açıp sizden kendisini bu sene de şu çocuktan kurtarmamızı isteyen gelecek sene aynı tarih ve saatte aynı telefonu edene dek oğlunun adını duymak istemeyen anne babalar var. Bir çocuğunun diğer çocuğundan neden farklı olduğunu anlamayan, onu daha az seviyormuş gibi görünmemek için çırpınan ve çocuklarının ikisine de aynı davranacağım diye kendini tüketen anne babalar vardır.
Peki ya öğretmenlerimiz! Zaman zaman kapıldıkları süreklilik duygusundan haberiniz var mı? Birbiri ardına değişen sınıfların önünde dönüp dolaşıp aynı şeyleri tekrarlamanın, gündelik ödev yükünün altında ezilmenin, mesleği terk etmeye karar verirken ilk bu tekdüzeliği öne sürdüklerini bilmeyiz. Öğretmenlerin gelecekten kaygı duyduklarını, kafalarının tıka basa dolu olduğunu bilmeyiz. Onları sadece bizim geleceğimizi tasarlamakla görevli insanlar zannederiz.
Anne babalar birçok kabahati öğretmenlerde ararlar. Zaten gelişen dünyada en gelişmiş onlardır. Çocukların okullardaki birçok davranışının ve söyleminin kendi eserleri olduğunu bilmezler. Bir babanın iş kaygısı ya da annenin gündelik telaşı çocuğa çok rahat sirayet etmesine rağmen bunu görmezler/görmek istemezler. Kendi merkezi dışında gelişen olayları çocuğun kendi dilinde yansıtma şekli vardır ve kederle dolu ruhlarını anne babalarından önce öğretmenleri çok rahat anlayabilirler.
Öğretmen, moral eğitimi çerçevesinde kendisini ailenin yerine koymalı mıdır? Öğretmenlerin başarısız öğrencileri ve onların ebeveynlerinin duyarsızlıklarını görmezden gelmelerinde en önemli ve en derindeki nedenini ezcümle şöyle tarif edebilir miyiz? “Bu çocuk benim mesleki başarısızlığımın bir yansıması. Onu ne ileriye taşımayı başarabiliyorum ne de çalıştırabiliyorum. Sadece sınıfa gelmesini sağlıyor ve fiziksel olarak orada olmasından dolayı rahatlıyorum…” Bu tamamıyla göreceli bir düşüncedir.
Az önce değindiğimiz bu göreceli tespitler, doğruluk payı taşıyan pek çok argümanla alt edilebilir: Bu öğrencide yenildim tamam, fakat başka öğrencilerin çoğunda başarılıyım. Sorunlu bir öğrencinin bu halde olmasında ben sorumlu değilim ki! Benden öncekiler ne öğrettiler? Sorumlu olan sadece okul mu? Ailesi ne düşünüyor? Benim bu kadar öğrenci ve ders saati arasında, derslerdeki geriliğini telafi edebileceğimi mi sanıyorsun?
“Bunun için eğitilmedik.” cümlesinden “Biz bunun için burada değiliz.” cümlesine varmaya tek bir adım kalıyor. Ezcümle: “Biz öğretmenler okul içinde bilginin aktarılmasında önümüzü kapatan sosyal sıkıntıları çözmek için burada değiliz. Bizim mesleğimiz bu değil. Bizlere yeterli sayıda gözetmen, eğitimci, sosyal görevli, pedagog, kısacası her türlü uzmanı versinler, biz de yıllarımızı verip okuduğumuz branşlarımıza ciddi ciddi öğretmeye başlayabilelim.” Son derece haklı bir serzeniştir. Bu durumda, öğretmenlerin formasyonu konusunda öğrencilerle doğru iletişim üzerine temellendirilmiş ve bu yönde de yoğunlaşmaya devam edecek yepyeni bir safhaya girmiş bulunuruz. Aksi takdirde formasyonunu almadıkları “bu” direnmeye devam edecektir ve hiçbir zaman çözümü sağlanamayacaktır.
Bütün maddi tatminleri sağlayın ona, öyle ki uyumak, çörek yemek ve dünya tarihini sürdürmeyi dert edinmekten başka yapacak bir şeyi kalmasın; yeryüzünün tüm mallarına boğun ve saç diplerine kadar mutluluğa gömün…
(Dostoyevski, Yeraltından Notlar)
Büyük anlatılardan elimizde kalan tek şey galiba “kapitalizm”dir. Ve bunun ürünü olan tüketim. Yani, ürün değiştirmek, yeni ve pahalı olanı istemek; yeniden de öte, son çıkanı istemek. Markayı! Ve markanın bilinmesini!
Öğrenciler, özellikle ergenlik döneminde kimlik arayışında oldukları için, toplumsal onay ve kabul görmek isterler. Markalar, bu ihtiyacı karşılamak adına önemli bir rol oynar. Örneğin, popüler markaları kullanmak, arkadaş çevresinde prestijli görünme ya da belirli bir gruba ait olma hissi yaratabilir. Markalar, estetik, başarı, özgürlük gibi unsurları vurgulayarak gençlerin duygusal bağ kurmalarını sağlar. Okul hayatında böyle bir bağ kurulması neredeyse imkansızdır.
Öğrencilerin marka ve para harcama düşkünlüğü, yalnızca bireysel tercihlerle değil, sosyal çevre ve psikolojik faktörlerin etkisiyle şekillenir. Bu süreçte, toplumsal normlar ve kültürel baskılar da önemli bir rol oynar. Öğrencilik dönemlerinde kendi açılarından yaşadıkları baskının, dış dünyada kırılmasına yönelik en etkili yönlerden biridir tüketim. Yazar Jean Baudrillard Tüketim Toplumu adlı eserinde bu durumu şöyle açıklamıştır: “Toplum gibi birey de sadece var olmadığını ama yaşadığını aşırı, gereğinden fazla bir tüketimde hisseder.”
Öğrenme ihtiyacı gitgide daha da zor tatmin edilir olduğu için, tüketim duygusundan önce öğrenme duygusunu uyandırmak gerekiyor. İstekler ve ihtiyaçlar arasındaki bu çatışmadan dolayı öğretmenin işi zordur.
Kendi tabiriyle eskinin tembel bir öğrencisi, şimdinin Fransızca öğretmeni Daniel Pennac. Kendi deneyimlerinden ve yaşadıklarından yola çıkarak (bu kitabı yazmayı düşündüğünde çevresi tarafından şaşkınlıkla karşılanmıştır) kaleme aldığı otobiyografik bir romandan kesitler… Öğretmenliği, öğrenciliği, anne babaları ise her iki dönemin gözünden değerlendiren yazar başarısızlığın yarattığı hüsran duygusunu kitap boyunca sıcak ve esprili bir dille aktarıyor.
Yazarın yaptığı gözlemler neticesinde günümüz dünyasında da aslında pek bir değişiklik olmadığını fark ediyoruz. Kitap Fransız okul koşullarını, sosyo-kültürel ve pedagojik eğitim sisteminden örnekler sunsa da kendi toplumumuzda aynı sorunlar ile karşılaştığımız bir gerçektir. Bireylerin eğitim hayatı boyunca değişen rolleri karşısında, kişinin aldığı statülerin nelere etki ettiğini açıkça gözler önüne sermektedir.
Bir akşam üstü kitapçıda İsmail (Şimşek) Hoca’m ile karşılaştım. Benden dergi için bir yazı yazmamı istediğinde şaşırmıştım. Bu kitabı raftan alarak kesinlikle okumamı söylemişti. Yazılması için kararlaştırdığımız kitap başka olmasına rağmen bu kitap üzerine yazma konusunda hemfikir olduk. Benim için çok zor bir durumdu. Ben bir eğitimci, pedagog ya da sosyolog değilim. Sadece öğrenciliği yıllar önce geride bırakmış, şimdinin ise bir babası ve kitap okumaktan, araştırmaktan zevk alan bir insanı olmuştum. Acaba televizyon programlarına çıkıp her konuda ahkam kesen kişiler gibi bir şey yazar mıydım diye endişeliydim.
Naçizane fikrim olarak şunları demek isterim ki: Öğrencilik yıllarımızdaki tembellikten kurtulsak bile, bizde açtığı yaralar kolay kolay kapanmıyor. Birçoğumuz öğretmenlerimiz bizi olumsuz şekilde eleştirdiği zaman, büyük ihtimalle geleceğim en kötü benim kadar olur düşüncesine kapılmışızdır. Büyünce yaşadığımız vurdumduymazlığın kaynağının bu olduğu düşüncesindeyim. Sevgili anne babalar, öğretmenler! Çocukları/nızı hafife almayın, enerjilerini göz önünde bulundurun. Bizler gibi onların da buluğ çağını geçtikten sonra sizlerin destekleriyle nasıl bilinçlendiğini göreceksiniz. Eğer o desteği göstermezseniz gerçeklik kavramını yitirmiş, vicdanı olmayan bireylerden oluşan toplumu kendi ellerimizle kurmuş olacağız. “Dikkat Ekonomisi” isimli kitapta, “Büyük ve çok sayıda seçeneğin olduğu bu dönemde dikkatin nasıl yönlendirilmesi gerektiğini bilen bireyler başarılı olacaktır. Geri kalanlar ise başarısız olmaya mahkumdur.” der.
Öğretmenlerimiz! Eğitim-öğretimimiz başta olmak üzere; karakterimizde, motivasyon ve ilhamımızda, toplumsal ve bireysel gelişimimizde ailemizden daha çok katkısı olan değerli insanlar… Kıymetli anne ve babalar. Öğretmenlerimiz vergi sistemi ile ödenen maaşları yüzünden bizim ücretli kölelerimiz ya da çocuklarımızın özel bakıcıları değildir. Bireysel olarak çok zor vereceğimiz eğitimleri ya da adı ne olursa olsun birçok şeyi, tek bir kişiden mükemmel bir şekilde ortalama otuz kişiye vermesini istememiz haksızlık değil mi? Her canımız sıkıldığında öğretmenlerin sadece konuşarak (toplum nezdinde öyle bir izlenim olduğundan “konuşarak” kelimesini kullandım) aldığı maaşı ya da senede yaklaşık iki aylık tatilini ve buna benzer konuları konuşmuyor muyuz? Ama onların da insan olduğunu, duyguları, üzüntüleri, sevinçleri olduğunu unutuyoruz. Onlar sadece çocuklarımız ile ilgilenmeli, onlara verebildikleri her şeyi vermelerini isteriz. Mesela gecenin bir vakti rahatlıkla arayıp ya da mesaj atarak saçma bir konuda konuşmak isteyebiliriz. Öğretmenin o telefona bakmama gibi bir lüksü yoktur. Onun başka ne işi olabilir ki?
Değer veriniz efendim. Öğrenene de öğretene de değer veriniz. Bırakın onları kendi haline. Gereksiz hırslarımız, saçma egolarımız, düşünsel yapısını geliştiremediğimiz modernlik heveslerimize çocuklarımızı da öğretmenlerimizi de kurban etmeyelim.