Bağıran bir kadın sesiyle açtı gözlerini Mustafa. Kadının ne dediği anlaşılmıyordu belki bağırmasından ama öfkeli olduğu çok netti. Kızgın bir kadın sesi vardı evin içinde bir yerlerde. Sonra kadın sesleri çoğaldı, kızgın kadınların sayısı arttı. O kızgın ve bağıran kadınlara telefonla bağlanan yeni kızgın kadınlar eklendi. Mustafa, tam ne olduğunu anlamaya çalışıyordu ki kahve lekesinin artık kabusumuz olmadığını söyleyen bir reklam girdi araya. Offff anneeee, dedi. Annesi, sabahları yayınlanan kadın programlarından birini açmıştı yine son ses. O programlara bayılırdı Fatma Hanım. Gel gel derdi, az bak. Başlardı anlatmaya; bak bu, şunun kocasıyla kaçmış, bak bu bunun kızını kaçırmış, bak bu bunu dövmüş, bak bu bununla söz vermiş ama evlenmemiş, bak bu bunun altınlarını çalmış. Mustafa’nın gram ilgisini çekmezdi kaçıp gidenler ordusu ama annesi ‘ibretlik’ diye anlatırdı işte. Hem de her sabah. Hem de hep aynı iştahla. E hal böyle olunca gün, Mustafa için tüm kötülüklerle aymaya başlardı. Dünya kötü bir yerdi her sabah. Belki de birileri birilerini bu kötülüklerden korumak için kaçırıyordu. Belki de tek çözüm kaçmaktı gerçekten. Hiç sevilmemiş ya da haddinden fazla sevilmiş kızgın, kırgın, altınları çalınmış kadınlarla doluydu bu dünya. Annesi bu programları tertemiz,pırıl pırıl bir zihinle takip ediyordu. Kendi hikayesine bile bu kadar hakim olmayan Fatma Hanım,kızgın kadınların başına gelenleri tek tek sayabilirdi.
Mutfaktan gelen sesler arttıkça kıvırdıkça kıvırdı kendini yorganın içinde Mustafa..Dizlerini çekebildiği kadar çekti karnına.. dün akşam mutfak masasında bulduğu o küçük, siyah beyaz fotoğraftaki uzaylıya benzetti kendini bu haliyle yorganın içinde.. ama o mutfak masasındaki fotoğraf bir uzaylıya değil yengesinin karnındaki bebeğe aitti...o fotoğraf, dün akşam bütün gece elden ele gezmişti.. o küçük, siyah beyaz fotoğrafı eline alan herkes, türlü türlü dualar etmiş ,her duadan sonra fotoğrafın üzerine tükürmüş, kırk bin tane maşallah çekmişti.. annesine benziyordu sanki 10 haftası bile daha dolmamış bebek.. yok yok tıpkı babasıydı baksana, kafası kocaman! amann, kime benzerse benzesindi, sağlıkla gelsin yeterdi. Yetmezdi! Bebeğin erkek olması önemli meseleydi. Yani evladın kızı erkeği olmazdı ama bebek, erkek olsa iyi olurdu.. ama tabi sağlıkla gelsindi, gerisinin hiçbir önemi yoktu. Yine de erkek olsa fena olmazdı. Bir kadına erkek doğurmak yakışırdı.
Ne çok beklenmişti bu bebek. 11 yıl. 11 yıl boyunca doktor kapısında ekseriyetle de türbe eşiğindeydi Mustafa’nın amcası ve yengesi. 11 yıl boyunca ailede sesleri giderek kısılmış, her yere daha az gider ,daha az konuşur, daha az güler, daha çok susar olmuşlardı. ‘Kusurlu’ ve ‘Eksik’ olduklarından dolayı kendilerini daha az hal hatır sorarken bulmuşlardı etrafa. Çünkü kendilerinin nasıl olduklarını anlatacak bir takat yoktu ikisinde de. Sanki dünyadaki herkes ama herkes onların çocuğu olmadığını konuşuyordu da onlar gelince susuyordu. Haberleri açsalar günün en önemli haberi, Adem ile Nurdan’ın çocuklarının olmuyor olmasıydı sanki ya da her sabah gazete manşetlerinde ikisi vardı. İsveçli bilim adamları Adem’le Nurdan’ın neden bebekleri olmadığı üzerine çalışıyordu ve Adem’le Nurdan’ın bir evlatları olursa erimeyecekti kutuplar, küre bile bu kadar ısınmayacaktı esasen. Mevsimler değişiyor, mevsimler kayıyor, mevsimler eksiliyorsa sebebi Adem ile Nurdan’daki ‘bereketsizlikti’.
Ta ki Nurdan, bir sabah, elinde sarı sarı çişinin aktığı bir çubukla tuvaletten avaz avaz çıkana kadar. Nurdan hem ağlıyor hem bağırıyor hem çubuğu sıkı sıkı göğsüne bastırıyordu. Sesine Adem fırladı yataktan, bir şey oldu sandı Nurdan’a. Salon kapısının önündeydi Nurdan. Yüzünde bugüne kadar Adem’in hiç görmediği bir ifade. Nurdan’da var bir haller. Anladı Adem. Hemen oracıkta anladı Nurdan’daki hali. Bu anı çok hayal etmişti. Hayallerinde, karne günü bir çocuk nasıl pekiyi dolu karnesini alıp koşarsa ailesine, Nurdan da çişli çubuğu sallayarak Adem’e sarılıyor, ikisi tek vücut oluyor sonra Adem “Babaaa oluyorum,babaaaaaaa!” diye bağırmaya başlıyordu. Ama hiç hayal ettiği gibi olmadı Adem’in. Nurdan’ın elindeki çubukta iki kırmızı çizgi gören Adem, çöktü kaldı koridordaki halının üstüne. Bi ağlamak geldi Adem’in içinden. Öyle kendini bıraka bıraka, omuzlarını devire devire. Babasının ölüm haberini aldığı andaki gibi. Öyle bağıra bağıra. Öyle tüm dünyanın gamıyla vedalaşır gibi. Hem çok sesli hem çok sessiz hem çok kızgın hem çok içli bir ağlamayla baba oluyordu işte Adem. Adem Baba! Cennete dönüyor gibiydi Adem Baba, 11 yıl sonra. Bitmişti sürgünü.
Nurdan çöktü Adem’in yanına. Gözünden yaşlar boşanıyordu Nurdan’ın da ama Adem kadar kovermemişti kendini. Sarıldı kocasına bir ‘anne’ gibi. Adem’in çok iyi bir baba olacağını söylemeyi düşlediği yerde, Nurdan gerçek bir anne olmuştu bile çoktan. Tek çizgili ‘Kısmetsiz Nurdan’ gitmiş yerine çift çizgili ‘Kadın Nurdan’ gelmişti.
Mustafa’nın uzaylı duruşu çok uzun sürmedi, attı yorganı üstünden ve açtı gözlerini hayata. Hayata başladığı gündü bugün. Bugün doğum günüydü Mustafa’nın. Evin ortanca oğlu Mustafa, attı yorganı üstünden ve kalktı ayağa.
“Günaydın!” dedi annesi Mustafa’yı görür görmez. Gözleri ışıldadı oğlunu görünce. Böyleydi Fatma Hanım. 3 çocuğu vardı, 3’ünü de nerde, ne zaman, nasıl görürse görsün gözleri parlardı. Hani kendini çocuğuna adayan anneler vardı ya, saçını süpürge eden. Hani ruhunu bir palto gibi çıkarıp askıya asıp bedenini çocuklarına hizmetçi kılan anneler vardı ya. Fatma Hanım da onlardan biriydi. Bir farkla. O, kocası öldükten sonra çıkarmıştı ruhunu bedeninden. Kocasının ölümünden önce iyi kötü gene de bir Fatma vardı esasen ama kocası öldükten sonra ‘hem anne hem baba’ bir Fatma’ya dönüştü Mustafa’nın annesi. Hem de bir gecede. Herkes için sıradan Fatma için bir dönüm olan o gecenin yarısından sonra, kalan tüm hayatı değişmişti Fatma’nın ve Fatma’nın doğurduklarının. Hüseyin on, Mustafa altı yaşındaydı babaları bir daha eve dönmediğinde. Salih’in ise bir yaşı bile yoktu daha.
Bir gece acı acı çaldı telefon. Fatma memesini çekti Salih’in ağzından, koştu telefona.. bir sızı indi göğsüne. O son emişi oldu Salih’in. O gece sütü kesildi Fatma’nın. Bir evin dul bir direğiydi artık Fatma, göğsünde katılaşan zehirli bir sütle.
Görev sonrası eve dönerken sürücüsü alkollü olan bir araç, ekip arabasına vurmuştu son hızla. Nuri Bey’in oturduğu kapıdan girmişti Azrail ve işini yapmadan çıkmamıştı. Oracıkta, hiç can çekişmeden dünyadan göçtü gitmişti Nuri Bey. Karnı da açtı. Hiç adeti değildi ama bu gece eve gittiğinde bir sofra isteyecekti Fatma’dan. Bir sıcak çorba mesela, ne iyi giderdi. Bu gece,ne olduysa böyle, çok acıkmıştı Nuri Bey. Eve gidip Allah ne verdiyse bir güzel oturup yiyecekti, kolestroldü, şekerdi vs. hiç umrunda değildi bu gece. Fatma, yıllarca kocasının öldüğüne değil de karnının aç olduğuna üzüldü. Ölüm Allah’ın emri de ya açlık. İnsan aç ölür mü hiç. O gece ne rızıksız bir geceydi öyle. Salih memesiz, babası aç açına mezarda. İnsan ölmeden iki lokma bir şey yemez mi yahu.
Önceleri ayakta ve metanetliydi Fatma. Kapı gibi dediler arkasından. Bir damla düşmez mi insanın gözünden, sızmaz mı şöyle inceden. Bir damla dahi akıtmadı göz yaşını. Geleni gideni ağırladı usulünce. Uzaktan gelenler vardı. Yatak serdi, yatak açtı, yatak yaptı. Ama kendi hiç gitmedi yatağa. Girerse ağlayacaktı, adı gibi biliyordu. Günlerce, bazen sandalye üstünde, bazen kanepenin bir ucunda bazen Salih’in yatağında Salih’e sarılıp uyudu. Gidemedi yatağına, Yastığı bir kaldırsa Nuri Bey’in katlı pijamalarını görecekti. Görürse ağlardı. Ağlamamalıydı Fatma.
Tutulmamış Yas, dedi zaten doktor da. Doktor, Fatma Hanım’la görüşüp onu odadan çıkardıktan sonra; annenizin, babanızın ani ölümüne karşı tavrı ne oldu, diye sordu Hüseyin’e. Hüseyin biraz şaşırdı. Hemen bu konuyu konuşmalarına şaşırmıştı. Konunun babasının ölümüne geleceğini elbet biliyordu ama bu kadarını da beklemiyordu. Doktor, Hüseyin’deki şaşkınlığı fark edince, anneniz odaya girer girmez, benden her şeyi unutturacak bir ilaç yazmamı istedi, dedi. Bir de kocasının öldüğünü söyledi. Bu yüzden soruyorum, anneniz, babanızın ölümünü nasıl karşıladı. Annem hiç ağlamadı, dedi Hüseyin. Evi temizledi, misafirleri ağırladı, yemekler yaptı ama hiç ağlamadı. ‘Tutulmamış Yas Sendromu’ dedi doktor tekrar. Ağlasaydı böyle olmazdı. Meğer insan bir acı yaşadığında, hele hele ani gelen bir acıysa bu, o anda tüm benliğiyle yaşamalıymış acısını. Ağlamaksa ağlamak! Deliler gibi ağlamak hem de. Vücut, kendini yıkarmış her bir damla gözyaşıyla aslında. Ağlamak, güzelmiş, şifaymış. Yas dediğin şey de tutulması gereken bir şey değil tam tersine insanın kendini bırakması gereken bir yermiş. Hüseyin bir şeyi merak etmişti, babasının ölümünün üzerinden 9 yıl geçmişti, neden şimdi üzgündü annesi. İnsan 9 yıl sonra yataklara düşer miydi. Yataktan çıkaramıyorlardı annelerini. Hep uyuyordu Fatma. Çok uykum var diyordu çocuklarına da.
Bu, Hüseyin’in annesi için aldığı ilk teşhis oldu. Kırmızı reçeteli, herkesin kullanamayacağı sadece bir gece ansızın gelen bir telefonla kocasını kaybeden kadınların içmesi gereken bir sürü ilaçla döndüler o gün eve. Bu ilaçları içerse uyumayacaktı güya Fatma.
Mustafa tedirgindi. “Geçecek abicim.” dedi Hüseyin Mustafa’ya. Salih’e belli etmeyelim yeter. Salih daha küçük, bakma boyu bize yaklaştı. Kursağında kalan sütün izinde hâlâ Salih.
O senenin sonunda, Salih onuna girdiğinde bir kere daha götürdü Hüseyin annesini doktora. Bir doktor olarak hem de. Fatma Hanım unutuyordu. Önce, uzun yıllar kullanılan ilaçların etkisi sandılar. Sonra, hem anne hem baba olmaya çalışmanın yorgunluğuna verdiler. Sonra kafası doludur da ondan deyip geçtiler ama her gün biraz daha unutuyordu Fatma Hanım. Basbaya, her şeyi, düpedüz unutuyordu işte. Komşudan dönerken yolu unutmuş, bir bankın üzerinde oturup kalmıştı en son. Bir yandan komşunun, oğlanlara gönderdiği tabaktakileri yemiş bir yandan parkta çocuğunu sallayan anneleri izlemişti. Kocaları sağ mıydı ölü müydü acaba bu kadınların diye de merak etmişti. Yoksa bir tek Fatma’ya mı gelmişti o acı telefon. Bu keki de kim yaptıysa çok lezzetliydi, eline sağlıktı valla.
“Alzehimer!” dedi, hocam. Hüseyin de ‘Hoca’ydı çünkü artık. Çiçeği burnunda bir ‘Hoca’. Testler yapılmış, sonuçlar çıkmış, teşhis konulmuştu. Alzehimerdan sonrasını duymadı Doktor Hüseyin. Yok başlangıcıymış, yok tıp çok ilerlemiş, yok Almanya’da bir hoca varmış. Girdi annesinin koluna, onu döner yemeğe götürdü. Çünkü annesi, ne zaman babalarından kalan aylık yatınca onları döner yemeğe götürürdü. Hesabı babaları öderdi.
“Günaydın!” dedi annesi Mustafa’yı görür görmez. Gözleri ışıldadı oğlunu görünce. Böyleydi Fatma Hanım. Oğullarını görünce unutuverirdi dünyayı da bir tek oğullarını unutmazdı. Bazen Mustafa’yı eve bayat ekmek getiren bakkalın çırağı sanıp kovmaya çalışsa da belli ki bu sabah annesinin gözünde ‘Mustafa’ydı Mustafa. Kızgın kadınların başından geçenleri anlatmaya başladı hemen oğluna. Bugün Mustafa’nın doğum günüydü. Fatma tanıyordu ya oğlunu bu sabah! Ne güzel bir hediyeydi bu Mustafa için. Annesi çayı demlerken gitti sarıldı arkadan annesine. “Ayy!” dedi Fatma, “Oğlum yavaş, yakacaksın beni de kendini de, dur durr!”. Sırnaşıyordu işte Mustafa annesine. Çaydı, demlikti hiç umrunda mı? Dünyanın en güzel sabahı bu sabah olabilirdi. İyi ki doğmuştu Mustafa! Bugün; eksik tabaklı, neşesiz yemek masalarına keyif çayıyla oturacaktı. Sıcak, dumanı üstünde bir keyif. Değmeyin neşesine Mustafa’nın!
Salih erken çıkmıştı evden, Hüseyin’se eve hiç gelmemişti. Nöbetçiydi bu gece de.Yüzünü yıkayıp abisini arayacaktı Mustafa. Annesinin bu sabahki halinden bahsedecekti sırıta sırıta. Annem diyecekti abi, annem unutmamış beni.
Yüzüne soğuk suları serpip çıktı banyodan Mustafa, ağzı kulaklarında. Tam telefonu çekti şarjdan, abisini arayacaktı ki Fatma seslendi mutfaktan:
-Mustafaaa, hadiii annemm, söyle babana 2 ekmek alsın. Sen de abini, kardeşini uyandır. Çayı koydum.
Bir evlat, doğum gününde başka ne duymak isterdi ki annesinden. ‘Baban ekmek alsın, kardeşlerin uyansın.’ kurması ne kolay yaşaması ne zor bir cümleydi öyle.