Trraaak! Trraaak!
Tren; o demirden nallarıyla, yine demirden olan kavisli, kendine münhasır yolunu dövüyor, son demlerini yaşayan emektar bir at gibi soluyarak ama tökezlemeksizin ağır ağır ilerliyordu. Emekli olması gerektiğinin bilinciyle hüzünlü soluklar veriyordu. O gri kasvet buharlarını trenin kıvrıldığı vakitlerde görebiliyordum. Bu yorgun demir yığını biçareliğini içli içli göğe üflüyor, doğayla dertleşiyor gibiydi.
Hâlinden anlamadığımızın farkında olsa gerekti. İnsana dert mi yanılırdı? Şu vaziyetinde bile sırtına çöreklenmiş insan, neye ilaç olurdu ki? Nitekim o an için bende de acıma uyandırmıyordu. Ondan beklediğim hızdı. Yüzyıllar boyu geriden geliyorduk. Böylesi bir ortamda yavaşlık en büyük günahtı. Bu benim açımdan bir sabit fikirdi. Biz sıçramalıydık. Öyle bir sıçramalıydık ki o devasa yarıkların üstünden aşmalıydık. Dolayısıyla trenin bu uyuşuk devinimi kanıma dokunuyordu. Oysa hiç istifini bozmuyor, bildiğini okuyordu. Üstüne benimle alay ediyordu:
Trraaak! Trraaak!
Elime bir kazma alıp onu un ufak etmek istiyordum. Ama ona muhtaçtım. Daha doğrusu muhtaçtık. Hem de hiç olmadığı kadar. İmkânlar o denli kısıtlıydı ki döküntüler bile zorlu bir savaşın ganimeti hâline gelmişti.
Şükretmiyor değildim. Yalnızca dünyadan alacaklı olduğumu hissediyor, içimde ara ara baş gösteren isyan arzumun önüne kırıntılar bırakıyordum. O ne ölmeli ne de yaşamalıydı. Ölmemeliydi çünkü beni şevke getiriyordu. Bir şövalye gibi atılmak, topraklarımızı kilitlenmiş çenelerinde yuvalarına taşıyan canavarlara savaş açmak istiyordum. Ölmeliydi çünkü aciz olduğumun bilincindeydim. Bu yüzden kursağımda bir hınç topağı kalıyor, bu da soluklarımı yolda koyuyordu. Yine de büsbütün yararsız sayılmazdım. Muallim olarak bir meşale vazifesi görüyordum.
İçinde bulunduğum nahoş hurdanın alaycı mevcudiyetine cehaletin hastalıklı kuytuluğunda, batılın zifirî tenhalığında debelenen; kan yahut para gerekmedikçe yeterince ülfet etmediğimiz o gariban köylünün kara yüzünü biraz olsun ışıtmak için katlanıyordum. Bunu rahatlıkla söyleyebiliyorum çünkü ben de o köylülerden birisinin oğluyum.
İçine kapanık, zihninin sınırları köyünün sınırlarıyla eş değer köylerden birisinde büyüdüm. Neyse ki merak duygusu beni köyümün efsunlu çitlerini aşmaya itti. Öyle ki yurt dışında dahi eğitim alabildim. Peki ya o dar çerçevede ruhsal bir mahpus hayatı sürenler? Başka bir hayat var ve biz onları bu uçsuz bucaksız deryadan mahrum ettik. En küçük vasıtaya dahi ihtiyaç duyduğumuz bir zamanda hatamızın büyüklüğü bir utanç anıtı gibi önümüze dikiliyor. Sırf bu yüzden kendi köyümde görev yapmayı kurmuştum. Beni yakından tanıyanlar beni günah keçisi olarak görmez, uzun bir kayıtsızlığın hesabını benden sormazlar diye umuyordum. Lakin bu isteğim kabul görmedi. Nereye görev verilirse oraya gidecektim. Görev yerim de bozkırın ortasında bir köydü.
Kompartımanda yalnızdım. Bu şans mıydı şanssızlık mı bilemiyordum. Düşüncelerim zihnimde bir izdiham meydana getiriyordu ve bu küçük boşluk, düşüncelerimle boğuştuğum, onların altında ezilmemek için çırpındığım bir sırada basmakalıp diyalogların önünü kestiğinden işime geliyordu. Öfkeliydim, tahammülsüzdüm. Öte yandan, beni lafa tutacak birisinin varlığı kafamdaki mahşerin ortasına bir bomba gibi düşer de kafamda bir ihtimal tenhalık hasıl olur diye düşünüyor; yalnızlığıma yanıyordum. Karmakarışıktım. Sere serpe uzanan genişlikler de bu karışıklığı gidermeye yardımcı olmuyordu. Doygun görünüyor, yayılmacı bir tavır izleyip ruhumu kendisine katmaya yeltenmiyordu. Bozkır bizim en hür olduğumuz yer değil miydi? At koşturmadığım için mi böyle oluyordu? Bilmiyordum.
Küçükken zamanın bir salyangoz hızıyla akmasını dilerdim. Çünkü ölüm ilerideydi ve zaman bizi ölüme taşıyan bir zarftı. Büyüyünce anladım ki biz zaten ölmüş, sonrasında kendimizi yeniden doğurmuştuk. Bu yüzden içimi büyüme arzusu kaplıyordu.
Geç kalmışlık hissi, beni fırdolayı sıkıştırıyordu. Yurt dışında gördüğüm şehirlerle kendi şehirlerimizi, oradaki köylerle kendi köylerimizi ister istemez kıyaslıyordum. Onlar da ilerlediklerinden biz farkı kapatmak için uğraşsak da toplamda hep aynı fark korunacak gibi geliyordu bana. Hatta onların temelleri daha sağlam olduğundan bütün çabamıza rağmen farkı açacaklarmış gibi. Bu yüzden her şey düş atmosferinde olduğu gibi pattadak oluversin, fark kapanıversin istiyordum. Sonra bununla da yetinmeyecek, öne geçecektik. Ama çamura saplanmış gibi zar zor ilerleyen bu trenin içinde böylesi bir düş kurmak zordu. Camı kırıp dışarı atlayasım geliyordu. Koşmak, delice koşmak istiyordum. Trenden daha hızlı koşamazdım elbet ama hiç değilse akışı hisseder, yerinde sayıyor hissinden azat olurdum. Bu düşünceler dimağımda kazan kaldırmış, ortalığı karıştırırken bir aralık tren durdu. “Eyvah!’’ dedim, “Kesin arıza yaptı!’’
Az sonra kondüktör düşüncemi onayladı. İçimden bir küfür savurup kendimi trenin dışına attım. Pek çok kişi benimle aynı şeyi yapıyordu. İnenlerin yüzlerine dikkat kesildim. Yorgunluk, solgunluk, yılgınlık… Pek çok şey gördüm o yüzlerde. Lakin öfke göremedim. Bu bana onların yeni ufuklara kanat çırpmadıklarını düşündürdü. Aksi hâlde bu denli sakin olamazlardı, olmamalılardı. Bu kabulleniş içimi acıtıyordu. İnsan en kötü koşullarla dahi yetinebilir, avunabilirdi. Ama bu idealleri yok etmezdi. Hani, anne babası çocuğundan bir şey beklemez de çocuk onların tüm fedakârlıklarının karşılığını vermek ister, veremeyince de kendini yiyip bitirir ya, o misal. Biz bu insanlara vermemiz gerekenleri veremedik…
Üst başlarının renkleri solmuştu. Yüzleriyle giysileri âdeta hemhâl olmuştu. Çıplak olduklarını söyleseler şaşırmazdım. Yama desen gırlaydı. Benim durumum da muhteşem değildi ya, yine de bu denli vahim değildi. Tam da bu yüzden huzursuz hissediyordum. Birtakım gözler üstümde gezindiğinde kınanıyormuşum gibi geliyordu. İsteseler üstümde ne varsa verir; onların yamalı, soluk libaslarını seve seve giyerdim. Yeter ki beni affetsinler, gözleriyle aşağılamasınlardı.
Bir sigara yaktım. Sigaramdan henüz birkaç nefes çekmişken pek çok erkeğin gözü üstüme kenetlendi. Gözlerden kaçmaya çalışırken bilakis daha çok gözü üstüme çekmiştim. Aslında salt bana değil, sigara tüttüren herkese bakıyorlardı. Bu yine de rahatsızlığımı engellemiyordu.
Sigaramı trene bastırarak söndürdüm ve öteye fırlattım. Hem bu külüstürün canını yakmışım gibi hissettim hem de elimdeki utanç vesikasından kurtuldum. Bu çifte kazanç, içime biraz olsun ferahlık verdi. Tuhaftı, bu küçük oyun ve zavallıca sevincim birkaç saniye sonra kendime karşı tiksinti duymama neden oldu. Bu tiksinti anlıktı ama şiddetliydi. Bir sigara daha yakmamak için kendimi zor tuttum. Canım sigara çekmiyordu artık ama bir kaçış vesilesine ihtiyacım vardı. Neyse ki kendimi tuttum. O bakışları tekrar üstüme çekemezdim.
Efkârlı hâlde uzaklara bakarken gözüm benden tarafa yaklaşan bir gence takıldı. Bana bakmıyordu. Gözü, benim önümde bir yerleri tarıyordu. Biraz sonra dikkatimi tamamen ona yönelttim. Yerde bir şey arıyordu. Bir an geldi ki durdu, eğildi. O an aradığı şeyi bulduğunu anladım. Zira gülümsüyordu. Elini uzatıp aradığı şeyi parmakları arasına aldı. Aradığı şey, attığım izmaritti. Bu beni afallattı. Birisinin buna tenezzül edeceğini aklımın ucundan dahi geçirmemiştim. Esefle yutkundum. Öylece bakakaldım. Beni görünce tebessümünü bozmadan sigarayı göstererek durumunu açıkladı:
“Ziyan olmasın ağabey!’’
Zoraki bir gülümsemeyle başımı salladım. Gerisin geriye döndü ama sonra bundan caydı, dönüp bana doğru gelmeye başladı. İyice yaklaşınca o tiz sesini tekrar havaya saldı:
“Ateşin var mı ağabey?’’
Yine başımı salladım. Konuşsam sesim çatallı çıkacaktı. Bundan emindim. O, mevcut durumuyla utanmayacak kadar barışıktı. Ama onun bu alçaltıcı uyuma mecbur kalışı, ruhumu deşiyordu. Utanmasam ağlayacaktım. Ah şu utanç… Beni ağlayacak duruma getiren de oydu ağlamaktan meneden de. Sigarasını yaktıktan sonra tabakamı da çıkardım ve sesimin çatallaşmamasını umarak:
“Al, bunlar sana hediyem olsun.’’ dedim.
Şaşırdı, yüzündeki tebessüm silindi. Belki onunla alay ettiğimi düşünüyordu, bilmiyorum. O duraksayınca ısrar etme ihtiyacı hissettim:
“Al, al, rica ediyorum. Sigarayı bırakıyorum da. Artık bunlar işime yaramaz.’’
Elini biraz tereddütle de olsa uzatarak:
“Sağ ol ağabey!’’ dedi, “Sağ ol!’’
Döndü ve uzaklaşmaya koyuldu. Adımları tetik ve heyecanlıydı. Yaptığımı sorgulamaması hoşuma gitmişti. Konuşmaya mecalim yoktu. Kendimi yeterince zorlamıştım. Ara ara başını çevirip bana bakıyordu. Bu garip adamla yaşadıklarını bir an evvel eşine, dostuna anlatmak istediğine kuşku yoktu. Mutluluğu bana da bir nebze sirayet etmişti. Artık iyice anlamıştım: Buydu, kefaretim buydu. Bu halk için çalışmak ve hiçbir karşılık beklememek. Sabretmeyi öğrenecek, her gün yeni bir savaşa girmeyi göze alacaktım.
Bu düşüncelerle bir süre daha orada oyalandıktan sonra dingin bir hâletiruhiye içinde ve kararlı adımlarla kompartımana döndüm. Birkaç saat sonra arıza onarıldı ve tren tekrar raylarda süzülmeye başladı. Fakat şimdi bana hareketi aheste gelmiyor, varlığı bende zindan hissi yaratmıyordu. Gözüm dışarıdaydı. Artık bozkır da gözüme bir başka görünüyordu. Ona baktıkça özgürleşiyor, sınırsızlığı iliklerime kadar tadıyordum.
Bir aralık içeriye bir kelebek sızdı. Yeşil renkli, hoş desenleri olan, minik bir kelebek… Bu zarif canlı, çok sevdiğim bir hocamın sözlerini hatırıma getirdi: “Yeşil, yaşamın ten rengidir. İnsanın beti benzi attığında bu bize kötü bir durumu çağrıştırır. Ya bir hastalık husule geliyordur ya da olumsuz duygular yüzde cisimleşiyordur. Yeşile halel gelmesi de bizzat yaşamın bir illete tutulduğunun göstergesidir. Bir çeşit helak vücuda geliyor, bir gazabın suru üfleniyor demektir. Fakat bu renk varlığını izhar ettikçe bil ki yaşam muzafferdir. Ve yaşam galipse umut da buram buram tütmeye devam edecektir…’’
Kelebek; uçtu, uçtu, karşımdaki koltuğa kondu. Onu hoşnutlukla seyrediyordum. Kompartımandaki yalnızlığım da böylelikle son bulmuş oluyordu. Yol arkadaşlığımızın nereye değin süreceğini merak ederek bir ona, bir kadim bozkıra bakıyordum. Yeni bir yazgının ilk sözcüklerinin yazılacağı görev yerime bu umut saçan, sevimli eşlikçiyle, iç savaşını bitirmiş olarak gidiyor, gidiyordum…