İnanmak, gerçek ve şahsi tanıyış; sevmekse gerçek yaşayıştır. İnanmayan bilmez, taklit eder. O ışığını başka kürelerden alan bir kör kandildir.
Sevmeyenler, yaşamayanlardır. Onlar ölü ruhlardır. Her an toprağından taze hayat fışkıran tarlanın üstüne atılmış kuru kütüklerdir. Dünyamızın tadını onlar alamazlar, hayatın kudretini onlar bilemezler. Her kökünden bir inanış otu biten, her tarafına bir başka şevk saçılmış dünyamızda aşk ile inanışın terbiyesini en küçük yaştan itibaren almamış olan nesiller, bedbaht nesillerdir. Kâinata hayranlıkla bakan, insanlara minnetle çevrilen çocuğu, inanış ve sevgi aşısı yapmadan hayata salanlar, dünyamızın ilk ve en gaddar zalimleridir. Sokak ortasında birbirleriyle dalaşıp tekmeleşen yavruları kayıtsız bakışlarla arkasında bırakarak hayat mücadelesi denen kızıl meydana koşan mahir menfaat atletleri, ihmallerinin neden cinayet olduğunu bilemediler. Zira onlar muhabbet kaynağı olması lazım gelen mabette bile menfaat dilendiler; namütenahi aşk ile dolup taşan dünyamızın ilahi bahçelerinde hiç de usanmadan kin ve haset devşirdiler.
Biliyoruz ki, düşünce, hareketin bizde içselleşmesidir. Hakikate kendi iç dünyamızda temas etmektir. Paskal üç türlü hakikat ayırıyordu: Etin hakikatleri, aklın hakikatleri, imanın hakikatleri. Birincisi kör nefsimizin zembereği etrafında çevrelenen ve onun tarafından idare edilen bütün iştahları, hırsları ve menfaatleri içerisine alıyor. Muvaffakiyetlerimizin dünyasını çemberliyor. Kendisiyle ve kendisi sayesinde kurnazlaşan insanı hayvanlarla birleştiriyor.
İkincisi, bizi aklın, tasavvurla iradenin fethettiği bir aleme yükseltiyor. Kendi dar benliğimizden çıkarak bizi bir büyük alem yapıyor. İlmi, temaşayı, mana cevherini sunuyor. İnsanı ruh aleminin serdarı yapıyor.
Üçüncüsüne gelince, o bizi insani olan varlığımızın da üstüne yükseltiyor. Sonu olan dünyamızdan, sanki bir hamle ile sonsuzluğa ulaştırıyor. Parça iken bütün yapıyor; fani iken ebedi kılıyor. Onun varlığıyla, yolcu iken yol, sermest iken saki, damla iken derya oluyoruz…
İnanışta alelade bilginin esas şartı olan şuur ve eşya ikiliği ortadan kalkmıştır. Bu ikisi aynileşmiş, eşya şuura teslim olmuş, onunla kaynaşmış, ikisi bir varlık kazanmıştır.
İnanışın başladığı yerde alelade tanıyış sönükleşir, değersiz ve adeta manasız kalır. İnanış tam olunca da yerini ona bırakır, kaybolur.
Filozof Kant, saf akıldan yani muhakemeden pratik akla yani vicdana geçerken şöyle demişti: “Yerine itikadı koymak için, bilgiyi ortadan kaldırmaya mecbur oldum.”
İtikad haline gelmeyen afaki bilgi, bize bir yabancıdır ve sürekli hayata sahip değildir. Benim tarafımdan yaşanmamış, kelimenin tam manasiyle benim olmamıştır. Bu sebepten bana şahsi tatmin vermekten uzaktır. Sadece taklit yoluyla, elden ele dolaşan müşterek bir nesne gibi, bir zaman için dimağda misafir olmaktadır. Gerçekten benim şahsi malım olmadığından benden koparıp alınır. Bugün benim, yarın başkasının mülkü olur.
Umumi görüşler, taklit ile kazanılan iddialar, zümre ve parti ihtirasları ve bunlara destek olan sebepler hep köksüz, hep temelsiz ve hakikatle alakasız düşünüşlerdir.
Zira bunlar, benliğimin dışında yaşanmış, benim ne hürriyetimin, ne de şahsiyetimin kaynaklarında kökleri olmayan, derinleri kazılırsa iştihaların ve etlerin, alışkanlıkların ve taklitlerin vücut verdiği sözde hakikatlerdir.
İnanılan ve sevilense bir yandan şahsiyetimin derinlerinden, öbür yandan sonsuzluktan hayat ve hakikat alan görüştür. Onun çürütülmesi, yalanlanması kabil olmaz. Yumruklandıkça ruhumuzun daha derin tabakalarına iner. Çünkü inançlarım muhakemenin ulaşamadığı bir alemde meydana gelmektedir. Kökleri aynı zamanda benliğimin pek derinlerinde bulunduğundan, muhakeme ile benden koparılamazlar. Bu sebepten inanılmayan, sadece ilmin ölçüleriyle tartılarak aklın karşısına çıkarılan her fikir, her hakikat, eksik veya aldatıcıdır. İnanma, bir harekettir ve benliğin varlıklar üzerine doğru yaptığı bir harekettir. Ruhun tabiata uzanması, onda devamı gibi bir şeydir. Ruhun, tabiatı istilasıdır.
İnanmak, benliğin kendi mukadderatı önünde verdiği imtihandır. Onu aşk ile bağrına basanlar, bu imtihanda muvaffak oldular. Benliğin, bütün kuvvetleriyle kendi konusu olan kâinatı kucaklayışı demek olan bu imtihanda aşkın sahipleri başarı kazandılar. Aşkın şahidi ise ızdıraptır. Izdırapsız ne hayat hareket, ne de gerçek düşünce doğabiliyor. Her inanma hareketinde sevilen bir ızdırap saklıdır.
Sevgisi olmayan hakikate ulaşamıyor, gerçeği bilmiyor ve tam sevgi, gayesine ulaşmış sevgi, sonsuzluğun sevgisidir. Bu sevgi, vücuttan geçer, bedenden taşar, fani varlıktan kaçar. Ruhu derinlerine doğru kazıyarak orada gaye olarak yine kendini arar. Gerçek aşkın sahipleri, ne servetin, ne şöhretin veya temaşanın, ne de ilmin ve sanatın âşıklarıdırlar. Gerçek aşıklar aşkın aşıklarıdır. Aşkın kendi kendisini yakan ateşinde sevenle sevilen, isteyenle istenen, varlıkla var eden birleşir. Eşya ile temaşa, kainatla şuur, birle bütün bağdaşır. Düşünce hareketleşir, varlık düşünceleşir. Anlaşılmayan ortadan kalkar, anlatılmayan Bir kalır.
İlk ve son ilim budur. Millet kültürünün ağacını dikecek ve millet ruhuna hayat getirecek nesiller, inanışla sevgi mabedinin mihrabında önce tövbe etmeli, sonra da inanmayı ve sevmeyi öğrenmelidirler.