CEVİZ AĞACI


CEVİZ AĞACI

Neredeyse bir asır olacaktı bu evin bahçesindeki yaşamım. Fidan olarak dikildiğim günleri hatırlıyor ve zamanın ne kadar çabuk, acımasız geçtiğini anlıyordum. Pazarda arkadaşım dutla beraber bir fidan olarak satıldığımız gün dün gibiydi sanki. Bizi satın alan kişi dutu ön bahçeye beni de onun çaprazına dikmişti. İkimiz de yerimizi sevmiştik, güneşi görüyor, insanların tatlı gülüşlerini duyabiliyorduk. Dut ve ben çok iyi arkadaş olmuştuk, onunla sohbet ediyor, dertlerimizi paylaşıyorduk. Bana güzelliklerinden bahsediyor; dalına konan kuşları, bol şerbetli dutlarını, yapraklarını yiyen kelebekleri, altında serinleyen yaşlıları, haziran ayında silkelenen meyvelerinin hikayelerini masal gibi anlatıyordu. Rüzgâr yapraklarımızı okşayarak fısıldardı bize başka dünyaları. Ben ve arkadaşım toprağa sıkı sıkıya bağlıydık. Ama bir sonbahar günü havadan korkunç sesler geliyor adeta yer yerinden oynuyordu. Bu gece gün aydınlanıyormuş gibi şimşekler çakıyordu. O gece güzel şeylerin olmadığı belliydi. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Gün aydınlanınca her şey gün yüzüne çıkmıştı. Dert ortağım, bahçenin neşesi arkadaşım dut ağacı boylu boyunca yerde yatıyordu. Yaşananlar tatlı bir hatıra olarak mazide kalıyordu artık. Büyük kaybın ardından kendimi bir türlü toplayamıyorum, yapraklarımı nazlı nazlı sallandıramıyordum. Rüzgâr da hüzünlüydü sanki. Diğer ağaçlar da beni gibi yas tutuyordu. Sonra olanlar oldu.

Ben çok büyümüştüm ve yüksek dallarım bahçesine dikildiğim evin boyundan da uzundu. Bu evle bir bağ kurmuştum. Bu aileye ait hissediyordum kendimi. Çünkü dostum dutla bu bahçede güzel zamanlar geçirmiştik. Zamanında tarıma verilen önem sayesinde köklerimi havalandırıyor beni güzelce suluyorlardı. Gövdemde yarım asırdır bir yara oluştu. Bakımsızlıktan kovuk haline dönen bu yara beni biraz üzüyordu. Ama iyi yanları da vardı. Artık ben ev sahibiydim kuşlara, sincaplara. Sincapların koşuşturmaları, gövdeme ceviz saklamaları ayrı bir eğlenceydi. Püsküllü kuyrukları, kocaman yanaklarıyla cümbüş sergiliyorlardı doğaya. Hele de o ağaçkakanlar yok mu? Her sene ayrı bir yerimi deliyorlardı. Ama olsun diyordum; onların çalışması, inatçı halleri doğayı canlandırıyordu sanki. Dallarıma konan bülbülleri, kızıl gerdanları, yalıçapkınların güzel sesleri hem beni benden alıyor hem de evdekilerin mest ediyordu. Üzerimde tırtıllar, kelebekler dans ediyordu.

Sonbahardan sonra kışın yapraklarımı dökünce kışa doğru suyum salınır biraz üşürdüm. Ama acı patlıcanı kırağı çalmaz dercesine galip gelirdim bu soğuk mücadelenden. Bahar gelince yeşerir, yaşama sevinci yayardım etrafa. Dallarıma görkemli bir salıncak kurmuşlardı. Mahallenin salıncağıma gıptayla bakar sıraya girmek için can atarlardı. Pazar günü konakta bir hareketlilik vardı. Kapıya pala bıyıklı, kalın kaşlı, beyaz saçlı bir adam geldi. Dalımdaki salıncakta sallanıyordu. Adı Rıfkı’ydı. Emekli olmuş bu kasabaya yerleşmişti. Akşam bahçede çay içerken seslerini duydum. Konu ilerledikçe benden bahsettiklerini anladım. Dallarımızın en büyüğünü eve yaklaşmıştı. Rüzgârlı havalarda bu dallar çatıya değiyor ve çok ses çıkarıyordu. Evin üstüne devrilme tehlikesi bile vardı. Dalımı keserlerse halledebilirdim. Ama gövdemdeki bu kovuk daha da büyüyordu. Sonra ailenin verdiği kararla dünyam başıma yıkıldı. Artık benim de bu bahçeden, bu dünyadan ayrılma vaktim gelmişti. Bu vefasızlık mıydı? Hiç mi hatırım, güzel yaşanmışlıklarımız yoktu bu evle. İri iri cevizlerimle mutlu edememiş miydim? Rüzgarımla serinletemedim mi onları? Salıncağım da sallanmamışlar mıydı? Sonra her ömür bir sona tabidir, benim de sonun gelmişti artık, dedim. Dostum dut da ansızın ayrılmıştı bu dünyadan yani her canlı bu durumla burun burunaydı. Sabah olduğunda önce dallarımdan başladılar kesmeye. Sonra da koca gövde mi serdiler yere. Bir asırdı vermiş olduğum emekler, meyveler her şey buraya kadarmış. Kocaman gövdemi tanımadığım birileri metrelerle ölçüyor, kesip biçiyorlardı. Yaralı yerim bıraktılar, beş parçaya bölünüp bir kamyona yüklendim. Atölyede bir makineye konulup kereste olmak için sıra bekliyordum. İçim kan ağlıyor, göz yaşlarım içime içime akıyordu. Sonra aklıma sincap kardeş, ağaçkakan, bülbüller geldi. Acaba ne yapıyorlardır diye düşündüm. Bahçede bensiz ne yapacaklar, bu taş evi kim serinletecek, nereye salıncak kuracaklar diye düşünürken bin parçaya bölünüp kereste olmuştum artık. Sonra düşündüm en azında yanıp kül olmayacak, yeni eşyalarla hayat bulacaktım. Ardından beni fırına koydular ama ateş yoktu burada. İstiflediler kerestelerimi. İçimdeki öz suyunu çıkaracaklarmış. Fırından iki gün sonra çıkardılar beni. Beni şekillendiren marangoz maharetliydi. Marangoz benden harika mobilyalar yaptı.

Üç hafta sonra tanıdık bir ses geldi kulağıma. Gelen Rıfkı’ydı. Rıfkı ile marangoz beni bir kamyona yüklediler. Bir baktım ki beni ömrümün geçtiği taş evin önüne indirdiler. Evin içine taşıdılar, evi dışarıdan görüyordum ama içi ayrı bir büyüleyiciydi. Ağlamak istiyordum ama sevinçtendi bu sefer. Artık bütünleştiğim bu evle iç içeydim. Beni masa olarak evin en güzel köşesine yerleştirdiler. Artık neşeli bayram sofraları, doğum günleri, akşam sohbetleri benimle daha da güzel olacaktı. Demek ki unutmamışlardı beni; sevgiyi, vefayı karşılıklı yaşıyorduk.


Etiketler:   

YORUMLAR

Ben robot değilim seçeneğini işaretleyin.

  • Henüz yorum yazılmadı