ÇAM AĞACI


ÇAM AĞACI

Saatlerdir bir damla su değmemişti dudaklarına. Günlerdir ayakları bottan dışarı çıkmamıştı. Aylardır çatışmadan çatışmaya giriyordu vatanı için. Yıllardır bunu yaşıyordu otuz beş yaşındaki Orhan.

En son bayramda buluşmuştu ailesiyle. Son buluşmada sekiz yaşındaki oğlu da onunla gitmek istediğini söylemişi asker Orhan’a. “Ben erkek değil miyim baba? Erkekler askere gidiyormuş, ben erkek değil miyim?” diye sordu babasına sitemle.

“Elbette, sen benim aslan oğlum sun. Sen de gideceksin askere ama her şeyin bir sırası var. Biraz daha büyümen lazım.” diye cevap verdi Osman’a.

Osman:
    Peki, ne kadar büyümem lazım baba?

Dışarıdaki çam ağacının boyuna gelince, diye geçiştirdi soruyu o sırada camdan bahçeyi izleyen babası.

Aradan uzun bir zaman geçmişti. Uzun bir zaman... On beş yıl... Meteler köyünde hava kararmıştı, henüz kar başlamamıştı, Ayaz vardı. Gökte ne ay vardı ne de yıldız o gece. Karakolun girişinde duran direkteki bayrakta vardı ay ve yıldız. Işık saçıyorlardı beş saat önce şehit düşen Mehmetçiklerin yüzüne. Kiminin cebinden mendil çıkmıştı, kimininkinden fotoğraf... Orhan’ın cebinden ise çam dalı çıkmıştı.

O gece Rize’de fırtına çıktı. Sabah insanlar uyandığında evlerin uçan çatılarını topluyordu. Yollar temiz olmalıydı, şehidi geliyordu Rize’nin. Osman bahçede babasını, kendisiyle aynı boyda olan çamın altında bekliyordu sulu gözlerle. Fırtınanın yıkamadığı çamın altında... 


Etiketler:   

YORUMLAR

Ben robot değilim seçeneğini işaretleyin.

  • Henüz yorum yazılmadı