Kelvingrove Müzesi’nin unutulmuş, rutubet kokan koridorlarında sessizlik hâkimdi. Tabloların bulunduğu kasvetli koridoru geçtikçe ayak sesleri daha da azalıyordu. Müzenin bu bölümüne sanki hiçbir ziyaretçi uğramamış gibiydi. Yürümeye devam ederken elini katman katman toz tutmuş camlara sürttü. Elinde biriken tortudan rahatsız olup cebinden çıkardığı mendille alelacele temizledi elini. Dikkatini etrafa vererek incelemeye koyuldu. O esnada gözleri, uzunluğu yaklaşık yetmiş santim kadar olan camdan bir kutuya temas ettiğinde, durdu. O kutuda kendini çeken anlamlandıramadığı bir şeyler vardı. Etrafına daha dikkatli bakınınca odanın girişinde duran ‘NESLİ TÜKENEN HAYVANLAR’ tabelasını gördü. “Ah, şu yapılan saygısızlığa da bak! Bu denli önemli varlıkların saklandığı bir alan, nasıl bu kadar bakımsız olabilir ki?” Tozları gördükçe iç geçirdi. Eğildi ve cebinden bir mendil çıkardı. Camı gelişigüzel bir şekilde sildi. Cam kutunun altında duran bilgi tabelasını sildiğinde adını gördü: ‘BÜYÜK DALICIMARTI (AUK)’. Başını kaldırdı ve ilgiyle inceledi. Bu, kafası kadar büyük gagası olan, sırtı siyah tonlarda ve vücudunun geri kalanı sırtıyla tezat oluşturacak kadar beyaz tüylerle bezeli bir kuştu. Burada bırakılıp gidilemeyecek kadar naif ve güzeldi. “Acaba senin hikayen ne?” diye düşündü. Arkasında bir erkek sesi bu sorusuna cevap verdiğinde bunu yalnız düşünmeyip istemsizce mırıldandığını da fark ederek irkildi. Adam kibar bir ses tonuyla:
“İlginizi çektiğine göre geçmişte yaşamış türlere merakınız olmalı.” dedi. Kadın mahcup bir şekilde gülümsedi. “İlgi çekici.” Adam kadının elindeki mendili alıp camı tamamen sildi. “Gerçekten eski bir parça.” Kadın adamın burada çalıştığını düşünerek sordu: “Hikâyesi nedir, ne şekilde bulundu?” Adam sanki nasıl anlatacağını bilemiyormuş gibi düşündü. “Bildiğim kadarıyla bu, türünün son örneğiydi. Nesli tükenmiş hemen her canlıya yapıldığı gibi insanlar tarafından avlanana kadar.” Kadın hayretle kesik bir nefes verdi. “Avlandı mı? Bu güzel canlı türünün son örneği ise korunması gerekmez miydi?” Kısa bir süre iç geçirerek düşünen adam, cevap vermeye karar verdi. “İnsanlar onu bulduğunda onun bir türün son örneği olabileceğini düşünmeden hayvancağızı aceleyle yakalayıp ayaklarından iple bağlayarak gemiye tıktılar. Çünkü bu kuş, daha önce avladıkları ya da gördükleri hiçbir kuşa benzemiyordu. Hatırladığım kadarıyla bu tür en son 1844’te İskoçya’nın St. Kilda’sında görülmüş. Onun öncesinde uzunca bir süre zaten nesli tükendi sanılıyormuş. Onu yakalayan kişiler, bu kuşun diğer türlerden farklı görünmesinin maddi bir getirisinin olacağını düşünmüş olmalılar... Sonrası tahmin edeceğiniz gibi...” Adam devam etti: “Bu kuş, göç yoluna zamanından daha erken ulaşmış olmalı.” Kadın konuştu: “Yalnız başına o kadar yolu nasıl almış olabilir ki?” Derin bir sessizlik içinde bir süre düşünen adam mırıldandı:
Dalgalar kayalıklara sertçe vururken balıkçılar ve köy halkı kıyıda durmuş fırtınanın yaklaşmasını izliyorlardı. Bu yoğun fırtınada dışarda ne işlerinin olduğu, boş ellerinin yerini silahlar ve ağlar aldığında anlaşıldı. Yaşlı bir balıkçı bağırdı ve halkı galeyana getirmeye çalıştı. “Yaklaşıyorlar hazır olun!” Öfkeli halkın bir kısmı ellerindeki sopaları ve taşları havaya kaldırırken bir kısmı da ellerinde silah pusuya yattı. Dalgaların arasında sürü halinde kıyıya ulaşmaya çalışan kuşlar göründü. Uçamayan fakat iyi bir yüzücü olan bu kuşları yakalamak için diğerlerinin aksine ellerinde ağlarla bekleyen bir grup hemen ağları denize saldı. Kalabalığın arasında genç bir adam yanındakine sordu: “Bunlar da ne penguen mi?” “Hayır, bunlar Dalıcımartı.” Dedi. “Peki, saldırganlar mı?” Yanındaki adam sözlerini yineledi: “Hayır.” Genç adam, kafası karışık bir şekilde kuşlara baktı. “O halde niye avlıyoruz?” Adam, öfkeden köpürdü. “Cadı çünkü onlar görmüyor musun fırtınayı peşlerine takmış geliyorlar!” Genç adam şaşkın bir şekilde sordu: “Nasıl yani bu kuşlar fırtınayı kendileri mi çıkarıyorlar?” “Bu kısmı bizi ilgilendirmiyor, bizi ilgilendiren adaya her adım attıklarında peşi sıra fırtınayı topraklarımız üzerine taşımaları.” Konuşmalara kulak misafiri olan bir grup galeyana gelerek bağırdı: “Cadı onlar cadı. Fırtınanın tüm nefretini üzerlerine çekip adamıza taşıyorlar. Onların teki bile sağ kalmamalı hepsi ölmeli.” Dalıcımartılar’dan ilki kıyıya çıktığında halk ellerindeki silahlarla saldırmaya başladı. Saldıranların arasında az önce bu kuşları neden avlamaya çalıştıklarını sorgulayan genç de vardı. Bu karmaşanın arasında yavrusunu korumaya çalışan bir anne Dalıcımartı göze çarpıyordu. Tüm bu katliam yaşanırken anne Dalıcımartı yavrusunu kıyıdan uzaklaştırmaya çabalıyordu ama nafile. Dalgalar şiddetleniyor ve şiddetlendikçe köpük köpük olup yükselerek bir duvar misali geri dönüş yollarını kapatıyordu. Anne Dalıcımartı yavrusunu sıkıca gagasıyla tutup kavradı ve tüm kuvvetiyle onu dalgalara doğru itti. Karadan uzaklaştırmak için tüm gücüyle çabaladı. Yavrusu akıntıya kapıldığında anne Dalıcımartı için artık çok geçti. Acımasız ağlar tüm vücudunu sarmalamış onu karaya doğru çekiyordu. Akıntıyla savrulan yavru Dalıcımartı, bir an annesiyle göz göze geldi. Saniyeden daha kısa süren bu bakışı yavru Dalıcımartı yaşadığı müddetçe bir daha asla unutamayacaktı.
Minik yavru akıntı ile bir o yana bir bu yana savruldu. Yardım için çığlıklar attı. İçgüdüleri annesinin yanına gelmesini istiyordu. Bunun için avazı çıktığı kadar bağırmaya devam etti. Fırtına korkutucudur, bu her canlı için böyledir. Ama annesiz bir yavru için fırtına felaketin ta kendisidir. Dakikalar, ya da saatler gibi gelen bir süre boyunca yavru Dalıcımartı nefes almak için çabaladı. Sonunda küçük yavru karaya vurduğunda, bitkin bir şekilde kumlara yığıldı. Küçük iniltiler çıkardı. Belki de hala annesinin geleceğine inanıyordu. Ya da onu şu an ayakta tutan tek ümidi buydu. Yavru gagasıyla kuma tutunarak kendini ileri itmeye çalıştı. Ayağa kalkamayacak kadar sersemlemiş ti. Bulabildiği en kuru yere doğru süründü.
Bir süre sonra fırtına dindiğinde küçük yavru çevresine odaklanmaya başladı. Doğduğundan beri gördüğü yerlerden farklıydı burası. Küçük yavru ayağa kalktı ve silkindi. Minik gövdesi soğuktan titreyen yavru ısınmak için kanatlarıyla kendini sarmaya çalıştı. Tıpkı annesinin onu her daim sarmaladığı gibi. Annesinin o sıcaklığıyla aynı hissi vermediği aşikardı. Yavru kuş sık sık duraklayarak sahil boyunca yürüdü, ta ki bir dalga onun hassas ve zayıf bedenine sertçe temas edene kadar. Yalpalayan yavru korkuyla ciyakladı ve kendini ağaçlıklara doğru attı. Bu kaçış esnasında onlarca kez yere düşmesine rağmen her seferinde ayağa kalkıp tekrar koştu. Annesini ondan koparan o güne geri dönecekmişçesine korkuyordu. Dalgalar yine alıp onu götürecekti. Korkuyla arkasına bile bakmadan çalıların arasında kayboldu. Minik hali, dik duran omurga yapısı ve çelimsiz bacakları onun koşmasını güçleştiriyordu. Sonunda açıklığa ulaştığında kalbi
güm güm atıyordu. Suya dönmek istemiyordu, ama ya annesi gelir ve onu orada bulamazsa? Yavru temkinli bir şekilde çalılıklara sığındı. Denizi buradan izleyecekti ve eğer annesi gelirse hemen yanına koşacaktı.
Bekledi, bekledi, bekledi... Sıkılmıştı, gerindi ve bu gerinmenin etkisiyle çalılar hafifçe sallandı. O esnada başına yumuşak bir cisim düştü. Çalılardan başını çıkardı ve yukarı baktı. Bu sefer alnına çarptı benzer bir cisim. Yavru Dalıcımartı ne olduğunu görebilmek için etrafında döndü ama ayağı bir dala takıldı ve sırt üstü düştü. Yavru sızlandı ve halini komik buldu ama aniden karnına bir şey çarptı. Yavru merakla uzandı tereddüt etse de gagasıyla tuttu. Ağaçtan düşüp duran o cismin suyu o kadar lezzetliydi ki ya midesi ona bir oyun oynuyordu ya da zihni. Hemen bu sevimli cismi yedi ve yuvarlanarak ayağa fırladı. Etrafına bakıp yere düşenleri tek tek yemeye başladı. Annesi eminim bunları sevecekti. Topladıklarının bazılarını çalının dibine sakladı. Onu almaya geldiğinde tüm bu meyveleri annesine verecekti ve annesi o kadar gurur duyacaktı ki onunla... Yavru böylesi hayaller kurarken çalıların arasında uyuyakaldı.
Günler böylece geçip gitti. Yavru annesinin geleceğine inanarak çalıların arasından denizi her gün izledi. Belki de annesi yolu bulmakta zorlanıyordur diye düşündü
yavru. Kafasında annesinin avlanmaya gittiğini ve lezzetli yemekler ile döneceğini kurgulamıştı.
Bir sabah aniden keskin, tiz bir sesin gökyüzünü doldurmasıyla uyandı. Burada kaldığı süre boyunca öğrendiği bir şey varsa o da bu sesin çok sık duyulduğuydu. Bir başladı mı saatlerce devam ederdi bu ürkütücü ses. BAM... BAM... BAM... Yavru Dalıcımartı başını eğdi ve sesin dinmesini bekledi. Nihayet ses kesildiğinde yavru bulunduğu yerden başını yavaşça çıkardı ve sessizce çalılıklardan ayrıldı. Aniden zemine sertçe vuran bir ayak sesi duydu. Hemen az önce çıktığı çalılıklara geri döndü ve başını eğerek büzüldü. Göz ucuyla dışarıya baktı. Bir çift ayak yanından hızla geçti. Yavru korkuyla titredi. Bu ayakları ve devamındaki cüsseyi tanıyordu. Annesiyle ayrı düştüğü o yerde bunlardan bir sürü görmüştü. Bu, o korkunç canavarlardı. BAM... Aynı sesi bu sefer daha yakından işitti ve tam o anda bir kuş çalının hemen yanına kan revan içinde düşüverdi. Yavru gözlerini sımsıkı kapatarak saklandı. Sesler dinip gittiğinde yavru koşarak denize ilerledi. Annesini bulmalıydı ve bu canavarları ona anlatmalıydı. Deniz öncekine nazaran daha durgundu. Suyun yüzeyinde durarak balıkların gittiği yönü takip etti. Onlar da evlerine gitmiyor muydu sonuçta? Onlarla giderse eninde sonunda onlar gibi ailesiyle karşılaşırdı. Yüzebildiği kadar hızlı bir şekilde derin sularda balıkları takip etti. Saatlerce duraklamaksı zın ilerledi. Sonunda su sığlaşmaya başladığında dikkatli bir şekilde karaya göz gezdirdi. Önceki bulunduğu yerden farklıydı burası. Düz ve çorak bir toprağı olan şekilsiz bir yerdi. Yavru hayretle karaya doğru adım adım yürüdü. Taşlık alana çıktığında tüylerindeki suyu silkeledi. Burada bir süre dinlenebilir ve sonra tekrar yola devam edebilirdi. Paytak adımlarla yemek bulmak için adanın içinde gezindi. Meraklı bir şekilde dolaşırken adanın öbür ucuna ulaştı. Etrafta yüzlerce martının bulunduğunu fark etti. Yumurtalarını çakıl zemine dizmişlerdi. Yavru sessizce onlara görünmeden ilerledi ve martıların kendi yavruları için sakladığı balıklardan çaktırmadan birer birer alıp yemeye başladı.
Günleri burada martıların çevresinde yaşayarak geçiyordu. Gizlice yemeklerini alıyor ve karnını doyuruyordu. Yavru buradaki yaşamına alışmıştı neredeyse. Yemeğinin sürekli hazır olması ona aile hayatını çağrıştırıyordu. O, kendi sürüsünü özlüyordu. Yavru uyuyacağı yere çömeldi ve gözlerini yavaşça kapattı. Aniden yere hızla çarpan adım sesleri onu yerinden sıçrattı. Gözlerini aralayınca yaklaşmakta olan bir grup denizciyi gördü. Bazıları martıların bulunduğu kayalıkların arkasında duran gemide bekliyorlardı ama birkaç kişi martıların bulunduğu kuluçka bölgesine hızla yaklaşıyordu. Yavru korkuyla başını yere eğdi ve bir top gibi büzüldü. İnsanlar ellerindeki taşlarla martılara ve yumurtalarına saldırmaya başladığında yavru Dalıcımartı ne yapacağını bilemeyerek saklanmaya çalıştı. Orta yaşlı bir denizci, avlanmak için geldikleri İskoçya’nın St. Kilda’sında işini bir an önce bitirip evine dönmek istiyordu. Elindeki taşı bir martı yuvasına fırlattığı sırada arkadaşının dona kaldığını fark etti. “Ne oldu neden durdun?” dedi. Arkadaşı sessiz olmasını işaret ederek kuşları inceledi ve parmağıyla bir noktayı işaret ederek : “Sence de şurada duran kuş diğerlerinden çok farklı değil mi?” Orta yaşlı adam omuz silkti. “Ne demek istiyorsun hepsi kuş işte.” Bir anlık sessizlikten sonra orta yaşlı denizci dağınık şekilde etrafa saçılmış martı yumurtaları arasında saklanan Dalıcımartı yavrusuna doğru yaklaştı. Uzanıp sıkıca kanadından tutarak kaldırdı. “Bu da ne böyle? Bunu daha önce hiç görmüş müydün? Görmedim ama kuşun iriliğine bakınca oldukça lezzetli görünüyor.” Diyerek arsızca sırıttı. O esnada yavru korkuyla ciyakladı ve adamın kolunu ısırarak kaçmaya çalıştı. Adam öfkeyle yavruyu yere fırlattı. “Bizimkilere haber ver de şununla ne yapacağımıza karar verelim.” Aniden yavru Dalıcımartı ne olacağını anlamış gibi kaçmaya başladı o kadar yavaş bir şekilde koşuyordu ki adam alay edercesine peşinden yürüyüp zavallı yavrunun taklidini yaptı. Küçük yavrunun sırtına ayağıyla bastırarak onu yere düşürdü. “Onu tutuyorum. Git diğerlerine haber ver.” Orta yaşlı adam koşarak kayalıkların arkasına konumlanmış gemiye vardı. Kısa bir müddet sonra ellerinde iplerle geri döndü. Kuşu sıkıca yerde tutan adam konuştu: “Yaşlı balıkçıya sorar türünü öğreniriz onun tanımadığı kuş türü yoktur şu civarda.” Tam da bu esnada konuşulanları duymuş gibi oluşan kargaşayı merak edip hızlıca gemiden inip yanlarına yaklaşmıştı yaşlı adam. “Bu kuşu biliyorum. Bunu yanımıza almamız iyi olmaz. O uğursuz bir kuştur. Peşine taktığı fırtına gelir bizi bulur yoksa.”
Orta yaşlı adam alaycı bir şekilde kuşu bacağından tutup kaldırdı “Bu mu uğursuzluk getirecek olan? Bana kalırsa bu çelimsiz şey önemsiz bir yavrudan başka bir şey değil.” Adamlar hak verircesine başlarını salladı. Orta yaşlı adam: “Yanımıza alalım en yakın pazarda satarız. Baksanıza ne kadar farklı. İyi bir para veren çıkar belki.” Gülmeye başladılar. Yavruysa çaresizce çığlık atıyor, çırpınıyordu. Başına ne geleceğini bilmiyordu ve korkuyordu. Genç bir denizci elindeki ip ile yavru Dalıcımartının bacaklarını sıkıca bağladı ve lüzumsuz bir çuval gibi gelişigüzel sırtına atıp gemiye doğru ilerledi. Adam kuşu bir çuval pislikten kurtulurmuşçasına geminin deposuna fırlattı. Yavru acıyla çırpınmaya çalıştı ama bunca yaşanan şeyden sonra kendini çaresiz ve bitkin hissediyordu. Sonunda gücünün o canavar insanlara yetmeyeceğini anladı ve gözlerini yumarak durumu kabullendi. Saatler gibi gelen bir sürenin sonunda yavru uykuya daldı. Düşünde annesi başında durmuş ve ona lezzetli yemekler sunuyordu. Günlerce annesi olmadan yalnız başına yaşadığı o acıların hepsi bir an için uçup gitti. Hep böyle kalmak istedi.
Aniden öfkeli ayak seslerinin boş odada yankılanmasıyla yavru sese kulak kesildi ama gözlerini açmadı. Gemi rüzgârda bir kağıt parçası gibi savruluyordu. Kapı sertçe açıldı ve içeriye iki adam girdi. Öfkeyle tartıştılar :“Sana söylemiştim fırtınanın sebebi bu küçük pislik." Dışarda kopan fırtınayı ondan bilerek öfkeyle kuşu işaret etti. Diğer adam elindeki taşları acımasızca kuşa fırlattı. “Bu uğursuz şeyi canlı götürmeye çalışarak hata yaptık!” adam sözlerine devam etti: “Soyu kurumalı yok olmalı bu lanet şey! Nasılsa iç organlarını çıkarıp samanla doldurup yine satarız şu mereti.” Yavru aldığı darbenin etkisiyle bir daha açmamak üzere hayata sessizce gözlerini yumdu.
Müzedeki genç kadın saatlerce başında oturduğu cam kutunun içindeki küçük Dalıcımartıya göz ucuyla baktı. “İnsanların sana yaptıkları şeyleri bilmiyorum ama her şey için üzgünüm. Onlar adına ve seni burada unutanlar adına...” Genç kadın koridorda ağır adımlarla ilerleyerek uzaklaştı.
MÜZEDE HAPSOLAN DÜŞLER “DALICIMARTININ HÜZÜNBAZ YOLCULUĞU”
MÜZEDE HAPSOLAN DÜŞLER “DALICIMARTININ HÜZÜNBAZ YOLCULUĞU”
Etiketler:
POPÜLER YAZILAR
-
Yusuf Tüfekçi 156 ÖN SÖZ
-
Aleyna Kuvel 153 LIVED REALITY
-
Rümeysa Özkan 149 YABANSIZ YABAN
-
Rabia Çepnioğlu 105 BABA ŞEFKATİ
-
Tunahan Yahşi 84 DÜŞÜNCE VE BEKLENTİLERİMİZ HAYATIMIZI NASIL ŞEKİLLENDİRİR?
-
Ahsen Keskin 82 BİR VARDIM, BİR YOKTUM FİLİSTİN’DE ÇOCUKTUM
-
Elif Rana Kundakçı 51 BU HANGİ DİL?
-
Sinem Koban 47 TATLICININ PLANI
-
Elvin Işıl Saruhan 46 BAŞKA TÜRKİYE YOK!
-
Esra Kesimal 43 YARIM KALAN HAYAT