HUZUR’LU HAYAT

Evliya Çelebi çok istediği seyahate çıkacağında güne bu kadar heyecanlı uyanmış mıydı acaba? Bu denli hevesle gidilecek yer neresi olabilirdi? Adeta askerin şafak saydığı gibi gün saymıştı Aynzeliha. Ne yıllar sonra memleketine gidecek gurbetçinin ne düğününe günler kalmış iki nişanlının duygularına benzerdi bu heyecan. Onunkisi şüphesiz duyguların en masumu, en telaşsızıydı.

Gece hayaller kurarak uykuya daldığı için sabah annesi çağırmadan kendiliğinden uyandı. Gözlerini açtığında beklediği günün geldiğine şükreder gibi gülümsedi. Hayalleri de ona karşılık göz kırptı. Bunun adı “mutluluk” olmalıydı. Zaman kaybetmeden dişlerini fırçalamaya koştu. Yüzünü yıkayıp Eylül sabahının o ferah havasını içine çekti. Siyah önlüğü ve yakası ütülenmiş halde askıdaydı. Üzerinde yavruağzı renginde nakış işlemeli küçük bir çiçek bulunan beyaz mendilini de çekmeceden çıkarıp katladı. Çiçek üstte kalacak şekilde önlüğünün üst cebine özenle yerleştirdi. Muallimi tırnak kontrolü yaparsa bu mendilini sıranın üstüne serecek ve ellerini mendilin üzerine indirecekti. Önlüğünü giyince boyunun uzadığını fark etti. Birkaç yıl boyunca giyebilsin diye biraz büyük aldıkları önlük bu sene üzerine tam olmuştu. Bu üç ay boyunca boyundan başka neler değişmişti kim bilir. Düşündükçe içi içine sığmıyordu. Ancak mektebe gidene kadar merak ettikleri için sabredecekti mecburen. Aynanın karşısına geçip saçlarını özenle taramaya başladı, güneşte bazen turuncuya bazen sarıya çalan parlak saçlarına da kurdelalı beyaz mektep tokası çok yakıştı. Beyaz onun gözünde temizliği ve düzeni yansıttığı için bambaşkaydı. Yeni aldığı beyaz fırfırlı çorabının üzerindeki kâğıdı çıkarmayı bile bu ana bırakmıştı. Zira önceden çıkarsa çorap yıpranırdı belki. Oysa o mektebin ilk günü pırıl pırıl görünmek istiyordu. Birkaç hafta önce aldıkları beyaz ayakkabılarını dahi ilk defa o gün kutusundan çıkarıp giyecekti.

Yıldız Meydanından yeni aldıkları okul çantasına gözü değdikçe mutluluğu artıyordu. Akşamdan defalarca kontrol ettiği çantasına annesinin uyarısıyla bir kez daha baktı. Mektep malzemelerini, sokaktaki tüm komşular gibi onlar da ikindi vakitleri kapının önüne gelen tablacıdan almışlardı. Aynzeliha, hepsi küçük boy olan çizgili defter, kareli matematik defteri, güzel yazı defteri, ince bir resim defteri; kurşun kalem, silgi, açacak ve başlık yazmak için kırmızı kalem almıştı ama en önemlisiyse pembe su matarasıydı. Aldıkları içinde onu en çok sevindiren oydu. Zira yalnız o değil bütün çocuklar tablacı öteden gelir gelmez bu su mataralarına yönelmişlerdi. Aynzeliha çantasında eksik bir şey olmadığını görünce buzdolabından suluğunu da alıp annesinin dualarıyla evden ayrıldı. Tatil boyunca geç uyanmasına rağmen bu sabah erken kalkmanın verdiği bir ağırlık yoktu üzerinde. Kendini çok zinde hissediyordu. Başı öne eğik, aklında zilyon tane düşünceyle, kalbinde emsalsiz bir neşeyle yürüyordu. Az sonra yerde gördüğü ekmek parçasını kaldırıp ileride elinin yetişeceği alçak bir pencere önüne koydu. İlerledikçe daha çok hissettiği evlerin damlarından gelen biber kokuları öksürtmüştü onu. Eylül, Aynzeliha için mektebi çağrıştırıyorsa Urfalılar için de kışa hazırlığı ifade ediyordu. Bu mevsimde herkes kurutmalık patlıcan, salça, biber vs. yapar, odununu alırdı. Aynzeliha sokaktaki talebelerin ayak sesleri ve biber kokuları arasında, mualliminin öğrettiği şarkıyı düşünerek bilgi kaynağına doğru gidiyordu.

Sonbahar geldi, uçtu leylekler
Mektep açıldı, koştu bebekler
Eylül, Ekim, Kasım mevsim ayları
Memiş dayı ekmiş boş tarlaları.
Mektebe yaklaştıkça dört bir yandan gelen siyah önlüklü talebeler göze çarpıyordu. Bu görüntü güne muhteşem bir hava katıyordu. İşe giden amcalar bile etrafa bakınarak, sabahın nurunda mekteplerine giden talebeler sayesinde caddelerin canlandığından bahsediyorlardı. At arabalarıyla şehre inen köylüler, talebelerin grup grup karşıya geçtiklerini görünce atlarını durduruyor, tebessümle onların karşıya geçmelerini bekliyorlardı.

Aynzeliha mektebe yetişmeden birkaç arkadaşını da gördü. Tahmin ettiği gibi arkadaşlarının boyları uzamış, birçoğunun çilli yüzleri bütün yaz güneşte kalmaktan kızarmış, bazı kız arkadaşları saçlarını farklı model kestirdiklerinden çok değişmişlerdi. Aynzelihalar konuşa konuşa kendi sınıf arkadaşlarının yanına doğru ilerliyorlardı. Uzaktan bakıldığında sıraya girmiş siyah önlüklü talebeler muazzam görünüyordu. Her sıranın başında da beyaz önlüklü muallim ve muallimeler duruyordu. Kendi muallimleri ise hiç görünmüyordu. Belki de bir işi çıktığından geç gelecektir, diye düşündüler.

Tatil boyunca görüşemeyen, kimi fıstık bağına yahut köyüne, kimi Adana’ya pamuk toplamaya, kimi Malatya’ya kayısı toplamaya giden, bazısı evinde geçirdiği uzun tatilden sıkılan, bazısı tatile doyamamış olan talebelerin birbirlerine anlatacak çok şeyleri vardı. Hele imkân bulup fotoğraf çekinen bazı talebeler tatilde yaptıklarına kanıt gösterir gibi albümlerini çıkarıp bütün arkadaşlarına gösteriyorlardı. Arkadaşları ise albümün başına toplanıp hayranlıkla bakıyorlardı. Mektebin ilk günü olduğu için talebelerin bu denli çok konuşmalarını olağan karşılayan müdür muavini, mikrofonu çıkararak düzenli sıra olmaları için onları uyardı. Ardından musiki muallimi İstiklal Marşını okutmaya başladı. Talebeler gür ve coşkulu bir şekilde İstiklal Marşını okuduktan sonra sıra ile dersliklerine girmeye başladılar. Aynzelihaların derslikleri bu sene A Blok’taydı. Değişen şeylerden biri de buydu. Farklı bir bina ve farklı bir sınıf hepsini heyecanlandırmıştı. Ön sıraları kapmak için de ayrıca sabırsızlanıyorlardı. Sınıfa girdikten sonra da değişen şeyler olduğunu göreceklerdi. Eski muallimlerinin gittiğini duyduklarında hüsrana uğramışlar, çoğu ağlamaya başlamıştı. Sınıfta alabildiğine hüzünlü bir ortam oluşmuştu. Hocalarının gidişini arkadaşlarına oranla biraz daha kabullenen bazı talebeler ise “Belki sonra bizi görmeye gelir.” diyerek kendilerini teselli etmeye başlamışlardı. Tabi yeni gelen muallimin anaç tavırlarını ve sevgi dolu bakışlarını görünce bir nebze yumuşamışlardı. Aynzeliha da değişen şeyleri birer birer gözlemleyerek sabah merak ettiklerinin cevaplarını almıştı. Ancak daha Cuma günü kestiği tırnaklarını uzamış görünmesin diye tekrar kestiğinden ara ara acısını hissediyor, o an her şeyi unutup sadece ona odaklanıyordu.

Talebeler gün içinde kâh gülerek kah yeni muallimin gözüne girmeye çalışarak, teneffüslerde koşturarak, yerden yüksek, mendil kapmaca, birdirbir oynayarak altı dersi geçirmiş ve zil çalınca geleneksel ıslıklarını çalarak mektepten çıkıp evlerinin yolunu tutmuşlardı.

Aynzeliha ise fazla hızlı yürüyemiyordu. Cildi biraz hassas olduğu için yeni aldığı her ayakkabı alışana kadar bir süre ayaklarında kabarcıklar oluşturuyor, onu zorluyordu. Tabi uzun süredir de ayakları bu kadar saat ayakkabının içinde kalmadığı için ayrıca ağrıyordu. Ancak bu ağrılara rağmen şimdi de bir an önce eve gidip annesine mektebin ilk gününün nasıl geçtiğini anlatmak için heyecanlıydı. Hoş annesi de zaten böyle bir beklenti içindeydi ki kızı kapıdan girer girmez o da suallerini ona yöneltti. Bu muhabbetlerin ardından Aynzeliha birden stresli bir eda ile Bedih amcasını sordu. Zira son derece sorumluluk sahibi bir çocuk olduğundan daha dinlenmeden kitaplarını bir an önce temin etmesi gerektiğini düşünüyordu. Amcası mektep okuduğu için bu tür meselelerde hep ona başvururlardı. O da kendine danışılan her meselede, yardımcı olmak için elinden geleni yapmaya çalışırdı. Bedih, Güzel Sanatlar Lisesinde “Musiki” bölümünü okuyordu. Sesi güzel olduğu için küçüklüğünden beri hocaları ona türküler söyletmiş, musiki muallimi olmasını tavsiye etmişlerdi. O da hocalarının önerilerini dikkate almış, kabiliyetli olduğu bu bölümü seçmişti ve zevk alarak okuyordu.

Annesi Aynzeliha’nın kitap meselesini Bedih’le konuşmak için telefonu çevirip onları akşam yemeğine çağırdı. İkindi zamanı olunca da Aynzeliha’yı çiğköftenin yanına yeşillik almak için bakkala gönderdi. Aynzeliha bakkala geldiğinde kapının önünde kitap kaplarını gördü. İçeriden de boya kalemleri görünüyordu. Mektebe dair şeyler onu her zaman heyecanlandırırdı. Derken Bakkal Nabi amcaya selam veren dedesinin sesini duydu. Camiden gelen dedesi, torununun mektep eşyalarına baktığını görmüş ve heyecanını hissetmişti. O yüzden ona mektep için lazım eden şeyler varsa almasını söyledi. Bakkal Nabi amca da karşıdaki gölgeliğe iki kütük çekerek hoşsohbet olan İbrahim amcaya geçip oturmasını rica etti. Aynzeliha da bu arada dışarıya indirilen kaplardan dört tane seçti. Sonra içeriye girip para bandı, etiket ve 6’lı küçük boy kuru boya aldı. Ardından dedesine seslenerek her şeyi aldığını söyledi. Dedesi gelip eline bir tane de balık kraker verdikten sonra Bakkal Nabi’ye parasını ödeyerek evin yolunu tuttular.

Aynzeliha’nın annesi de çay demlemişti. Eylül’ün ortalarında Urfa’da sabahları hava biraz serinlese de gün içinde bayağı sıcak oluyordu. Öyle ki hala buzlu su içiyorlardı. O yüzden bu vakitlerde damda çay içmek kadar keyif verici bir şey yoktu.

Akşam Bedih amcası gelince Aynzeliha ona hemen kitap konusunu açtı. Bedih biraz düşünerek önce arkadaşlarına sormaya karar verdi. Zira arkadaşlarının mektebe giden kardeşleri vardı ve onların geçen yılki kitapları duruyor olabilirdi. Yoksa da çarşıda tanıdığı sahafa gidip ikinci el kitaplardan alacaktı. Bu sorun da hallolur gibi olduktan sonra Aynzeliha rahatlamıştı.

Ertesi gün muallim Fen Bilgisi dersi için onlardan çiçek getirmelerini istemişti. Talebelerin birçoğu hayatlı evlerde oturduklarından muallimin bu isteği hoşlarına gitmişti. Aynzeliha da kokusunu çok sevdiğinden ödevi için fesleğen getirmek isterdi ama ne çare ki evlerinde çiçek yoktu. Eve gittiğinde bu ödevden annesine bahsedince annesi ona çiçeği komşudan isteyebileceği fikrini verdi. Görünen tek çözüm buydu. Hatta Aynzeliha geçen akşam o komşuya, ağzı açık ve su kabağı yemeği götürdüğünde hayattaki çiçeklerin çokluğu dikkatini çekmiş, adeta bir bahçeyi andıran bu görüntüye hayran kalmıştı. Biraz çekinerek de olsa gidip durumu komşusuna anlattı. Avlusunda Urfa iklimine uyumlu hemen her çeşit bitkiyi yetiştiren komşusu hiç düşünmeden Aynzeliha’ya istediği çiçeği alabileceğini söyledi. Sevincini gizlemeye çalışan Aynzeliha, dama çıkan merdivenin her bir basamağına dizilmiş olan renk renk çiçeklerin arasından küçük saksıdaki Urfalıların “toprahan” dediği fesleğeni hevesle aldı.
Komşusuna çok minnettardı ve gerçekten bu toprahan ona çok makbule geçmişti. Zira yalnız ödevini yaptığına değil artık her gün sulayıp bakacağı, kendine ait bir çiçeği olduğuna sevinmişti.

Adını “Huzur” koyduğu çiçeğini hiç unutmadan her gün suluyor, elini üzerine sürüp etrafa yayılan muhteşem kokusunu içine çekiyordu. O günden sonra her sofra kurulanda güzel kokusunu yaysın diye Huzur da tuz kadar, su kadar önemsenip sofranın ortasına indiriliyordu.
Huzur’lu günler hızlıca geçmiş ilkbahar gelmişti. Aynzeliha bir gün okuldan geldiğinde babasının o gün işten erken geldiğini ve piknik hazırlıkları yapıldığını gördü. Bu onun için harika bir sürpriz olmuştu. Çünkü ilkbahar en sevdiği mevsimdi ve Urfa’nın uzun süren yazından dolayı gözlerinin çok alışık olmadığı yeşillik ve çiçekler ona inanılmaz güzel geliyordu. Annesiyle babası bütün hazırlıkları tamamlamış, dedesiyle anneannesi de gelmişler sadece Aynzeliha’yı bekliyorlardı. Bu yüzden o da hızlıca yüzünü, ayaklarını yıkayıp üzerine rahat bir şeyler giydi. Çantasından Türkçe defteriyle kalemliğini alıp terliklerini giyerek arabaya koştu. Kendini kuş gibi hafif hissediyordu. Piknik yerine ulaştıklarında alabildiğine uzanan yeşilliği görünce adeta gözleri kamaştı. Tenha bir yer seçtikleri için de ayrıca neşeliydi. Rengârenk çiçeklere baktıkça içi kıpır kıpır oluyordu. Doğa yeşil sofrasını sermiş, adeta tebessüm ediyordu. Bu coşkulu duygular içinde olan Aynzeliha Türkçe defterini çıkardı. Tesadüf ki muallimin bugün verdiği ödev, “bahar” konulu nazım veya nesir yazmalarıydı. Annesi yemeği hazırlarken Aynzeliha yazısına başladı. Zaten geldiğinden beri öylesine ilhamla dolmuştu ki aklına bir sürü cümle geliyor, hızlıca yazmaya çalışıyordu. Bu duygu yoğunluğu içinde yazdığı yazısına muallimi de övgüler yağdırmış, onunla iftihar etmişti.

Baharın ardından gelen yazla havalar değiştiği kadar Aynzeliha’nın hayatı da değişecekti. Son zamanlarda babasının lokantadaki işleri iyi gitmiyor, evde sürekli bu sorun konuşuluyordu. Bu maddi sıkıntılar içinde ne yapacaklarını düşünürken çevrelerindeki birçok kişinin iş sebebiyle İstanbul’a gidişlerini duyuyorlardı. Bu göç dalgası onların da dikkatlerini çekmiş, üzerinde düşünür olmuşlardı. Derken, babası bir gün İstanbul’daki bir arkadaşıyla telefonda konuştuğunda arkadaşı lokantada tek başına zorlandığından bahsedip onun gibi biriyle çalışmak istediğini belirtmişti. Bunun üzerine zaten günlerdir böyle bir fikir üzerine yoğunlaştıklarından bu yönde bir karar almışlar ve hazırlıklara başlamışlardı.

İstanbul’a taşınmadan önce son kez Balıklıgöl’e gezmeye gittiklerinde fotoğraf makinelerindeki otuz pozdan kalmış olan son pozla Aynzeliha’nın fotoğrafını çektiler. Adını buradan aldığı Aynzeliha Gölünün önünde gülümseyerek poz verdiği fotoğrafına, bulunduğu zamandan uzaklaştıkça gözyaşlarını daha çok damlatacak, baktıkça hasret duygusunun anlamını yaşayarak öğrenmiş olacaktı. Fotoğraftaki zamana, yaşına, heveslerine derin bir özlem duyacaktı. İstanbul’a giderken annesinin muavine, Avrupa Yakasına gideceklerini, Topkapı otogarında ineceklerini söylediğini duyduğunda birden “yaka” kelimesinin eş sesli olduğunu fark etti. Mektebe gidince muallime bunu söylemeyi düşündü fakat birden mualliminden, arkadaşlarından, Huzur’dan on sekiz saat uzakta, gurbette, olduğunu fark etti.

İstanbul’daki yeni hayatında mektebin ilk gününe uyandığında değişik duygular içerisindeydi. Ancak geç kalma endişesinden ötürü çok detaylı düşünmesine fırsat yoktu. Akşamdan üniformasını, çantasını hazırladığından hızlıca giyinip palas pandıras evden çıktı. Az sonra yerdeki sarı yapraklara gözü takılınca duraksayıp: “Memiş dayı ekmiş midir boş tarlaları?” dedi içinden. Aynzeliha arabaların egzozlarından çıkan dumanlar öksürtmüştü onu. Korna sesleri ve her biri bir yere koşturan insanlar arasında koşar adımlarla gidiyordu bilgi kaynağına doğru. Mektebe gittiğinde beklediği üzere tanıdık hiçbir yüz görememişti. Çoğu sivil kıyafetle gelmiş olan talebelerin birbirlerine, okulun ilk günü olduğu için üniforma giymeye gerek duymadıklarından bahsediyorlardı. Oysa o, hava çok serin olmamasına rağmen lacivert ceketini dahi giymişti. Onunla tanışan arkadaşları, ismini anlamakta zorlanıyor, bu ismi ilk defa duyduklarını belirtiyorlardı. Aynı şekilde Aynzeliha’ya da onların isimleri farklı geliyordu. Sınıf mevcudunun eski sınıfına oranla az oluşunu da garipsiyordu. Aşina olmadığı isimler, aşina olmadığı çehreler, aşina olmadığı muhabbetler... Bu kadar farklılık onu tedirgin ediyor, özlemle, hüzünle karışık duygulara boğuluyordu. Bunlar gurbetçiliğin alışma evresinden önceki en zor süreciydi. Daha Cuma günü kestiği tırnaklarını uzamış görünmesin diye dün tekrar kestiğinden ara ara acısını hissediyor ve o an her şeyi unutup bu acıya odaklanıyordu. Sınıfa giren öğretmenle bugün ilk defa aşina bir bakışa denk gelecekti. Çünkü bu öğretmen de eski muallimleri gibi içten bakıyordu. Bu tanıdık bakış Aynzeliha’nın her an dolan gözleriyle kesişecek ve göz kırparak onu gülümsetecekti. Aynzeliha bir anda o eski mektebe meftun, hevesli, heyecanlı haline geri dönecekti.

Geride bıraktıkları akrabalarından, komşularından sonra yeni bir hayata alışmak, düzen kurmak bayağı zaman alacaktı. Aynzeliha okul malzemelerini almak için Fatih Çarşamba pazarına gittiğinde tabladan alışveriş yaptıkları günü, bakkalın gölgeliğinde oturan dedesini anımsadı. Beyazıt’taki Sahaflar Çarşısına kitap almaya gittiklerinde amcasını düşündü. Hepsine derin bir özlem duyuyor, hatırladıkça gözlerinden istemsiz yaşlar akıyordu. En çok da okul dönüşü pikniğe gittikleri günü özlüyor, belki de bundan sonra o kadar keyif alacağı başka bir piknik yapamayacağını düşünüyordu. Ancak öğretmeni sayesinde en erken alıştığı şey okul oldu. Hatta okulda bulunduğu zamandan çok keyif alıyor, diğer şeyleri unutuyordu.

Sınıf ortamına gitgide alışan Aynzeliha bir gün biraz tereddütle parmağını kaldırdı. Sınıfının en düzenli öğrencisinin parmak kaldıracakkenki bu çekingenliği öğretmenin dikkatinden kaçmamıştı. Hemen ona söz hakkı vererek, onu dinlediğini söyledi. Aynzeliha biraz titrek bir sesle: “Öğretmenim, Urfa’daki muallimim yeni bir bilgi öğrendiğimizde onunla paylaşmamızı isterdi. Ben de Avrupa Yakasını duyduğumda “yaka” kelimesinin eş sesli olduğunu öğrendim.” dedi. Öğretmeni: “Çok güzel. Bundan sonra yeni bir bilgi öğrendiğinde benimle de paylaşırsan çok mutlu olurum.” dedi. Öğretmenin bu dönütü Aynzeliha'nın okula, bilgiye sımsıkı sarılmasına sebep olmuş ve bu sayede zamanla değişen çok şey olsa da onun okula dair heyecanı hiç değişmeyecek, ilk günkü gibi kalacaktı. Çünkü gerçek öğretmenler evrensel duygulara sahipti ve nerede olursa olsun havaya kalkan küçük bir parmak gördüklerinde o minik ellerin sahibine kalpten bir göz kırparlardı.
 


Etiketler:   

YORUMLAR

Ben robot değilim seçeneğini işaretleyin.

  • Meryem Akdağ   11.06.2022 11:20:31
    Aynzelihanın yüreğine dokunan bir öğretmeni olmuş onun için seviniyorum. Erengül Hocam da öğrencilerimizin yüreğine dokunan çok sevdiğimiz Matematik öğretmenimiz. Bizim öğrencilerimiz de çok şanslı. Yaşadığını yazıyorsun. Yüreğine sağlık.
    Ben robot değilim seçeneğini işaretleyin.

  • Erengül ŞEKER 11.06.2022 20:46:27
    Teşekkür ederim Meryem hocam